‘Hakiki’ Çengelköy Hıyarı Yaşıyor!
“Çengelköy’ün bademi” diye bağırırlardı, Bandırma sahilinde tezgâhtarlar.. Nasıl koşuşurduk, o dünya lezzeti minnacık hıyarları bir kesekâğıdına doldurup yemeye.. “Hıyar” demek ayıptı ya.. “Salatalık” derdi kibarlar.. Ama Çengelköy hıyarı, salatalık da değil, “badem”di.. Yıl 1945..
Holly ile birlikte İstanbul’a ilk gelişimiz. Polonezköy’e gitme kararı verdik. Köprü’den inip Beykoz üzerinden gideceğiz. O zaman başka yol yok.. Sahilden Beykoz’a geçerken Çengelköy’de manav tezgâhlarında yığılmış bademleri gördüm. Bandırma’yı hatırladım. Holly’ye “Dur” dedim.. İki kilo badem aldık. Karşıda da bir bakkal.. Bir kilo da Edirne peyniri.. Polonez’de piknik yapacağız..
Bir tane bademi Holly’ye uzattım. “Bir tat” diye.. İkinciyi de ağzıma attım.. Daha Beykoz-Polonezköy yolunun yarısına gelmeden iki kilo Çengelköy ile bir kilo Edirne bitti, iyi mi?.
Bir ara “Çengelköy hıyarı bitti” lafları çıkmıştı. Çengelköy’de tarla kalmamıştı ki, betonlaşmadan..
Oysa ben sık sık Çengelköy’e gidiyordum Caner’le.. Orda manavımız Pala Dayı’da başta Çengelköy bademi, harika meyveler vardı. Pala Dayı, bizi arkadaki bahçesine de götürdü. Bazı meyveleri orda kendi yetiştiriyordu zaten. Her defasında kilolarla Çengelköy bademi alıyorduk.
Artun’un kitabında “Hakiki” Çengelköy Hıyarı Yaşıyor yazısını bu yüzden keyifle, inanarak ve ne ayrıntıları öğrenerek okudum.
Sevgili arkadaşım, Ankara Koleji’nde okurken atletim (Ben Genç Milli Atletizm Takımı meneceriydim, o da 100 metre koşar ve uzun atlardı) Artun Ünsal, sonra gazeteciliğe de başladı. Beraber de çalıştık. Sonra İstanbul gazetelerinde “yeme-içme” üzerine harika araştırma yazıları yazmaya başladı. Sonra da onları kitap haline getirdi..
İşte bunlardan biri “Nadide Bir Goncadır Enginar..”
..Ve onun içinde bir yazı.
“Hakiki” Çengelköy Hıyarı Yaşıyor!
★★★
“Çengelköy hıyarı” kaybolalı epey oldu. Bu körpe “bademleri” eşsiz kılan birçok etken vardı. Ama en önemlisi, yetiştiği toprağın hafif meyilli olması ve bütün gün güneş görüp, kuzey rüzgârından korunaklı olmasıydı. Heyhat! Boğaz’ın bir zamanlar “zerzevat”ıyla ünlü Çengelköyü’nde de betonlaşma sürerken, hıyar ekecek bostan, bahçe nerdeyse kalmadı.
Eskilerde, bahçeciler sabah erkenden kopardıkları günlük hıyarları sepetlerine doldurur, o günlerde köprü yok, kıyıda bekleyen “pazar kayıkları” sonraları da “pazar motorları”yla Eminönü’ne giderlerdi. Meydana adım attıklarında, sepetleri boşalırdı; o denli “hastası” vardı... Çengelköy salatalıkları ufak ve tombulca, kabuğu açık yeşil renk, az çekirdekli ve kütür kütürdür. Şimdilerde güney illerimizde dört mevsim serada yetiştirilmesine karşın, İstanbul’da “Çengelköy hıyarı” diye satılan ince, koyu yeşil, tek tip vitrin hıyarlarından dokusu ve lezzetiyle çok farklıdır. Yine de 1990’ların sonuna dek, hasat zamanı, 20 Haziran-10 Temmuz arası, Çengelköylü bir bahçecinin cadde üzerindeki “Vatandaş Manavı”na getirdiği birkaç sepet hıyardan, şanslıysak satın alabilir, hasret giderirdik. Lakin bu “son turfanda” hıyarların da arkası kesildi. Beş-altı yıl oluyor, köyün yerlisi Yaşar Pelit dostuma, “Yukarıda, yazın oturduğun evin bahçesinde boş bir yere birkaç kök de olsa Çengelköy hıyarı dikiver”, deyip duruyordum. Beni kırmaz ama, “Ah hocam, tohumunu bir bulabilsem” diyordu. Çözüm, “dededen hıyarcı” emekli bahçıvan Bilal Efendi’den geldi; elindeki son tohumları çimlendirmeyi başarmıştı. Yaşar’a bu değerli emaneti teslim etmiş. “Bahçende yetiştir hele, tohumları senden alırım” deyip, bir güzellik yapmıştı. Bu, artık unutulmuş hafif uzunca, pembe renkli nefis Arnavutköy çileğinin yeniden canlanmasını beklemek gibi bir şeydi...
Uzatmayayım, bahçeye ekilen bu tohumlar tuttu, büyüdü, meyve verdi.
“Hasat töreni”nde Yaşar’ın sevincine ortak olacaktım. Bayağı emek sarf etmişti: Toprağı önce hayvan gübresiyle gübrelemiş, yağmurda ıslandıktan bir süre sonra belleyip, ardından “ocak” denilen çukurlar açmış, her birine yine bir avuç hayvan gübresi koymuş ve tohumları dikmiş, “can suyu”nu vermişti. Sonrası, 3-4 günde bir düzenli sulamayı, arada bir çapalamayı da ihmal etmemişti. Bu minik “tarladan” üç beş kilo hıyar ya çıkar ya çıkmazdı. Yine de çok keyiflenmiştik. Posta gazetesindeki haftalık yazımda verdiğim bu müjdeye, Yaşar’ın resmini de koymuşlardı, “Çengelköy hıyarı yaşıyor!” başlığının hemen altına. Çok gülmüştük...
Gelgelelim, Yaşar’ın ertesi yıl için ayırdığı tohumlar çimlenmedi. Sonraki yıl, bir başka eski bahçeciden aldığı tohumları denedi. Bunlar da düş kırıklığına uğradı... Hıyar sevdası sona erdi sanıyordum; meğerse, bana bir sürpriz yapacakmış. Birinden bulduğu hıyar tohumlarını ıslak çul içinde filizlendirmiş, ektiği köklerin hepsi de tutmuş, “çiçeğe gelmiş”, hıyarcıkları bekliyormuş heyecanla. Ama şu işe bak, Haziran başındaki şiddetli yağmurlar sonrasında, hıyarların yaprakları kararmaya, çiçekleri dökülmeye başlamış. Gökten bereket yağmışken, nasıl olur?
Aile dostu Ömer Amca’ya danışmış, o da sormuş, “Yağmurun ardından onlara su verdin mi?” “Bunca yağmurdan sonra, bahçe sulama ha?” diye şaşırmayın. Yağmur suyu hıyar köküne “ağır gelirmiş”; içinde bulutların taşıdıkları çöl kumu tanecikleri, asit partikülleri veya başka şeyler de olabilirmiş. Her yağmurdan sonrası, hıyar köklerini sulayıp arındırmak gerekirmiş. Yoksa “Sahra hastalığı”na tutulurmuş. Yaşar, hemen sulamaya girişmiş ama galiba çok geç kalmış. Hıyarların çoğunun yaprakları kurumuş, sadece 3-4 tanesinin çiçekleri “baş vermiş”, o kadar. Yaşar, “Bari büyüyüp şişseler de, tohumluk alabilsem” diye dua ediyordu. “Üzülme” dedim, “sen tekeden süt almasını bilen” bir insansın; bu sene olmadı, seneye muhakkak ....
“Hakiki Çengelköy Hıyarı Yaşıyor!.”