Çok kutuplu dünyada Türkiye’nin yeri
TBMM’nin İsveç’in NATO üyeliğine onay vermesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kahire ziyareti ile yeni bir sayfa açması ve Avrupa füze kalkanı girişimine katılmamız “Türk dış politikasının ekseni”, “stratejik otonomi” ve “normalleşme” politikası üzerine tartışmaları yeniden canlandırdı. Malum, 2013 sonrası Türkiye’nin ABD ve AB ile gerilimleri, bazı Arap ülkeleri ile ilişkilerin bozulması ve 2016 sonrası Rusya ile işbirliğinin genişlemesi (S-400 alımı dahil) muhalefet tarafından “yalnızlık” ve “eksen kayması” söylemleri ile eleştirildi.
AK Parti iktidarının 2020’de başlattığı “dostları artırma politikası” da önceki açıklamalara referansla, en iyi tabirle, çaresizlikten yapılan “U dönüşleri” olarak değerlendirildi. Halbuki 2013-2020 arası ile 2020 sonrası yürütülen dış politikaların ana motivasyonları aynıdır: Türkiye’nin milli menfaatlerini korumak, değişen küresel-bölgesel şartlara uyum sağlamak ve stratejik otonomiyi güçlendirmek. Bu üç motivasyonun ekseni de Türkiye’nin uluslararası sistemdeki yerini ve rolünü yeniden tanımlamaktır. Yeniden tanımlamanın gayesi çok kutupluluğa giden dünyanın risklerine ve kaosuna adaptasyondur. Yani “dostları artırma” yaklaşımı “başının çaresine bakma” döneminin kazanımlarını tahkim ederek maliyetlerini izale etmektedir.
★★★
Bu itibarla Suriye’de yaptığı operasyonlar yüzünden ABD ve AB ile, Doğu Akdeniz’deki yetki paylaşımları yüzünden Yunanistan ile gerilen Türkiye “anormal” bir politika yürütmemiştir. Tıpkı NATO’nun genişlemesine karşı olmayan Ankara’nın İsveç’in üyeliğini onaylaması da “parantez kapamak” olmadığı gibi. “Normalleşme” aktörlerin karşılıklı olarak ilişkilerini toparlaması, iyileştirmesi demek. Mesela, Trump döneminin küre projesi devam etseydi Türkiye’nin bu ülkelerle “normalleşmesi” gerçekleşmeyebilirdi. Yine Türkiye, Libya’daki Serrac hükümetine askeri destek vererek iç savaşı durdurmasa ve iki ülke arasında deniz yetki anlaşması imzalanmasa Doğu Akdeniz’de yumuşama geri dönmeyebilirdi. Nitekim Gazze’deki katliamları sebebiyle İsrail ile normalleşme sekteye uğradı.
★★★
NATO ve AB meselesi daha net. Ankara, Batı ile ittifaklarını hep önemsedi ancak ittifak ilişkisinin mahiyetini değiştirmek istedi. NATO’da terörle mücadele etmesine konulan tavrı eleştirdi ve bunu dönüştürmeye çalıştı. Yani PKK-YPG ve FETÖ ile mücadelesinde milli menfaatleri gereği Batı ile gerildi. 2007’den itibaren Türkiye’nin katılım sürecini durduran AB başkentleri, bu katılımı “stratejik” görmeyi sürdüren ise Ankara...
Yine Ankara, Türkiye olmadan Avrupa’nın savunulamayacağını hep söyledi, bunun için de Avrupa füze kalkanı girişimine katılması kadar “normal” bir şey yok. Elbette bütün bunlar Türkiye’nin, eski blok politikası gereği, Rusya ile işbirliğini bozacağı anlamına gelmiyor. Nitekim Putin’in enerji konusunda Türkiye’yi en güvenilir ortak görmesi ve Ukrayna’daki savaşın aslında İstanbul görüşmeleri sırasından bitebileceğini hatırlatması tesadüf değil.
★★★
Dünya risklerle dolu çok kutuplu bir döneme gidiyor. Pandemi, Rusya-Ukrayna savaşı ve İsrail-Filistin çatışması ile hızlanan bu kaotik gidişat Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi yükselen güçlere önemli sorumluluklar yüklüyor. Büyük güç rekabetinin ürettiği boşluklara, kaosa ve risklere karşı hazırlıklı olmak gerekiyor. Batı merkezli düzenin yerini çok kutupluluğa terk etmesi yeni düzenin de eskisi gibi hiyerarşik olmayacağı anlamına gelmez. Normlara dayalı olduğu iddia edilen tek kutuplu dünyanın egemenlik ve insan hakları ihlallerine çok şahit olduk. Yenisi, çok kutupluluk hâli daha kaotik ve daha tehlikeli olabilir.
“Dünya beşten büyüktür” diyen Türkiye, Batı merkezli dünya düzeninin adaletsizliklerine karşı çıkmakla kalmıyor. ABD, Çin, Rusya ve AB arasındaki büyük güç rekabetinin sorunlarına da dikkat çekerek yeni kutuplaşmaları reddediyor. Ukrayna ve Gazze krizlerinde olduğu gibi çözümün parçası olmaya çalışıyor.