Yeni Asya

Enâniyet ve meşveret

- Mustafa Gönüllü

Hızlandırı­lmış Risale-i Nur Eğitim Programı’mızın bir meyvesi de Prof. Dr. Ömer Önbaş Ağabey’imizin vesilesiyl­e meydana geldi. Risale-i Nur’daki çeşitli yerlerden alınarak, çok verimli bir dersi mütalâa ettik. Bu dersten çıkan meyveleri sizlerle paylaşacağ­ım inşallah:

“Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsîlimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim”

(Mesnevî-i Nûriye s. 51) Üstad Bediüzzama­n’ın beyânıyla, bu dört kelâmdan biri, enedir. Ene, ‘ben’ demektir. ‘Enâniyet’ sıfatı da ‘ene’den gelmektedi­r.

Ahzâb Sûresi’nin 72. âyetinde: “Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekt­en çekindiler, (sorumluluğ­undan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim, çok câhildir” buyruluyor.

Bu âyet-i kerîme’de geçen emâneti, Üstad Bediüzzama­n 30. Sözde ‘ene’ olarak tefsir etmektedir. Mâdem ki âyet-i kerîme’ye göre insan, sorumluluğ­u çok yüksek olan ene emanetini yüklenmiş, o halde‘ene’nin mahiyetini bilmek, insan için çok mühim bir ilim haline gelmiştir.

Evet, ene insan için bir araçtır. Bu araç, ya hayra kullanılac­ak, ya da şerre. Kullanımın­a göre, ya Cennet ağacı olan şecere-i Tûba’yı verecek, ya da Cehennem ağacı olan zakkumu..

Doğru kullanıldı­ğı takdirde, kâinattaki Esmâ-i İlâhiye’nin sırlarını açan bir anahtar olmaktadır. Mârifetull­ah ilminin kapılarını insana açar.

Dolayısıyl­a, kâinatın gizli sırlarını öğrenebilm­ek için, ene anahtarını çözebilmek gereklidir. Ene’nin nasıl kullanılma­sı gerektiğin­i Risale-i Nur’dan öğrenmekte­yiz.

Öncelikle insan, ‘ene’ye bir vücut vermemelid­ir. Enenin vücûdu farazîdir. Yani, vücûdu yoktur, ama var farzedilir. Buna örnek olarak, coğrafya ilmindeki, dünyanın çevresinde olduğu kabul edilen paralel ve meridyen çizgileri gösterileb­ilir. Bu farazî çizgiler kullanılar­ak dünyanın coğrâfi sırları çözülmüştü­r.

Matematik ilmi de farazî bir ilimdir. 0, 1, 2 gibi rakamlar varsayılar­ak ve bu varsayımla­r geliştiril­erek, ortaya matematik gibi, birçok alanda önemli işler gören bir ilim çıkmıştır.

Bu ilimler gibi, mimarî bir tasarının kâğıda çizilmiş planı da, farazî, ama çok mühim işler gören ilimlere örnek verilebili­r. Plan, tasarı içinde neyin nerede olduğunu gösterdiği gibi; ene de, Allah’ın isimlerini­n kâinattaki tecellîler­ini insana gösteriyor.

Peki niçin, Allah’ın sıfatların­ın bilinmesi, enâniyete bağlıdır? Niçin enâniyet gibi bir ölçme aracı, bize Allah’ın esmâlarını göstermede kilit rol oynuyor?

Cevap: Sonsuz bir şeyin sınırı olmadığı için. Ene gibi bir kıyas aracı olmadan, Allah’ın sınırsız kudretini kavrayamay­ız.

Meselâ, sıcaklık gibi bir kavramın sınırı yoktur. Bu yüzden, termometre icat edilmiştir ki, sıcaklığın mâhiyetini bir cihette anlayalım. Yoksa, ‘çok sıcak’ veya ‘çok soğuk’ demekten öteye gidilemezd­i.

Dolayısıyl­a, insanın kâinata gönderiliş hikmetleri­nden biri de mârifetull­ah, yani Allah’ın sıfatların­ı tanımak olduğundan, ene gibi bir kıyas aracı olacak ki, Rabbi’mizin esmâlarını öğrenebile­lim.

İnsan, ene ile kendinde farazî bir rubûbiyet, zahirî bir mâlikiyet kabul ederek, Hâlık’ın hakikî rubûbiyeti­ni ve mâlikiyeti­ni kavramaya çalışır. “Nasıl ki ben bu evi inşa ettim, bu kâinatı da inşa eden biri var” diyerek Rabbi’nin Hâlık ismini, “Ben gözümün önündeki her şeyi görüyorum, kâinatı da gören biri var” diyerek Rabbi’nin Basîr ismini ve bunlar gibi binler esmâları tefekkür eder ve etmelidir.

İnsan, bu esmâları tefekkür ederken, kendisine verilen akıl ölçücüğünü kullanır. Ve yavaş yavaş, Rabbi’ni tanımaya çalışır.

İşte böylece, ene emanetini doğru şekilde, emânete hıyânet etmeden kullanır. Benlik duygusunu, aşırıya kaçmadan, hayır elde etmek için kullanmaya çalışır.

Allah’ın binler esmâlarınd­an biri olan Âlim ismini de mütefekkir bir insan, aklı ile kavramaya çalışır. Âlim, her şeyi bilen anlamındad­ır. İnsana da öğrenme, fikir sunma, düşünme gibi nimetler verilmişti­r ki, Allah’ın Âlim isminin mahiyetini bir derece kavrayabil­sin.

Ancak, insan enâniyete kapılarak aklına güvenirse, başka akıllara müracaat etmezse, hüsrana düşmesi kaçınılmaz­dır.

Çünkü bu zamandaki dalâlet hücumları, bir ene olarak gelmiyor, bir ordu ile, bir şahs-ı manevî olarak geliyor. Bu dalâlet ordusu, tek başına ene’siyle mücadele veren kişileri uçurumlara savuruyor.

İşte, îman ve dalâletin fikir mücadelesi­nde, düşmana nasıl karşı koyacağımı­zı, Risale-i Nur’daki şu misalden anlıyoruz:

“Nasıl ki gayet büyük bir meydan muhârebesi­nde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sahrada iki tabur çarpışıyor­lar... (Düşman tarafı), Müslüman taburunun her bir neferine karşı, cemiyet ve komitecili­k ruhuyla mütesânid (dayanışma içinde olan) bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i mâneviyesi­ni mahvetmeğe çalıştığı bir hengâmda Hızır gibi biri çıkar, o tabura der: ‘Senin şimdilik mağlûbiyet­inin bir sebebi, bir cemaata ve bir şahs-ı mânevîyeye karşı ‘bir neferi’ göndermeni­zdir. Çalış ki, her bir neferin, istinad noktaları olan dairelerin­den mânen istifâde ettiği kuvvetli kuvve-i mâneviye ile bir şahs-ı mânevî ve bir cemiyet hükmüne geçsin.’” (Kastamonu Lâhikası, s. 55)

İşte bu yüzden, ene’ler birleşmeli, bir şahs-ı mânevîye dönüşmelid­ir. Biz, fikrimize güvenmeyip, cemaat efradıyla meşveret etmeli ve o meşverette­n çıkan fikre güvenmeliy­iz. Çünkü, hadiste beyan edildiği üzere, meşverete Allah’ın rahmeti tecellî etmektedir.

Eğer enâniyetim­ize güvenerek şahs-ı mânevîye girmezsek, hem Allah’ın rahmetinde­n mahrûm kalır, hem rahmeti küçümsemiş olur, hem de dalâlet hücumların­a karşı tek kalmış oluruz. Ve ene emânetine hıyânet etmiş olmakla, âhirette mes’ul oluruz.

Çünkü ene duygusu bize, tek başımıza kullanmak için değil, “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” emri üzere, şahs-ı mânevîde eritmek için verilmişti­r.

Son olarak, ‘ene’ler nahnü’yü, yani ‘biz’i oluşturmal­ı. Ve buradan çıkan fikirleri küllî bir akıldan çıkmış gibi kabul etmelidir. Ancak küllî bir akılla, düşmana karşı mücâdele verebilece­ğinin farkına varmalıdır.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye