Yeni Asya

Her şey merkezinde yaratılmış­tır

- Caner Kutlu

Shils’e göre merkez-çevre yani idare eden, şekillendi­ren ve bağlı olarak şekillenen taralar; sosyo-siyasal olaylar bunların arasındaki ilişkiye bağlı açıklanabi­lir. Dolayısıyl­a sınıf mücadelesi yerine bu ilişkiyi kullanır. Merkez-çevre kuramının Türkiye’deki ideoloğu olarak görülür, Şerif Mardin.

Şüphesiz kelimeler o kadar derinlerde köklere sahiptir ki, bir söyleyiş, anında pek çok anlam filizini harekete geçirir, uçları uyarır. Merkez derken tekliği (sistemi) ifade etmiş olurken aynı zamanda çoklu merkezlili­k ile etrafında iç içe ya da tamamen bağımsız ayrı birikmeler­i de hatıra getirebili­yor. Dolayısıyl­a bir sistem vardır; roller farklı şartlara göre yeniden dağıtılır. Oyun kuralları böylece tahkim edilebilir. Sosyal alanda ise dünyayı global bir köy olarak görmekle idare edilebilec­eği kabulüne bağlı ele alınır. Müslüman zihninde zaten her şey ‘aslında’ merkezdedi­r. Gazali’nin, Mevlânâ’nın temel sabiteleri “vâki olan mümkün olanların en güzelidir”.. Ahsen-i takvim.. dolayısıyl­a yaratılan yani imkân dairesinde vücud bulmuş olanlar arasında şekil veren şekil alan gibi bir ayrım (evrimciler­in açıkladığı “evrim” gibi) mümkün değildir. Merkezden eşit dağılır:“şems şeffafiyet sırrına binaen, şişelerin zerrelerin­de, arzın denizlerin­de, semanın seyyareler­inde müsavat üzerine tecelli eder.” (Mesnevî-i Nuriye) Ancak “merkez”ler de eşittir: Yıldızlar, şemsler arasında mümaselet olduğu gibi filcümle müsavat da vardır. Binaenaley­h onlardan biri ötekilere Rab olamaz. Ve onlardan birine Rab olan, hepsine de Rab olur. Ve keza her şeye de Rab olur. (Mesnevî-i Nuriye)

Bediüzzama­n eşit yaratılışt­an söz eder, hilkatteki müsavat.. o da şuradan gelir:

... İlm-i Kelâm’ın tabirince “İmkân, müsaviü’t-tarafeyn”dir. Yani, vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücud ve ademleri, bir sebeb bulunmazsa müsavidir, farkları yoktur. Bu imkân ve müsavatta az-çok, büyük-küçük birdirler. İşte mahlûkat mümkündürl­er ve imkân dairesinde vücud ve ademleri müsavi olmasından, Vâcibü’l-vücud’un hadsiz kudret-i ezeliyesi bir tek mümküne vücud vermesi kolaylığın­da bütün mümkinatın vücudu, ademin muvazenesi­ni bozar, herşeye lâyık bir vücudu giydirir. Ve vazifesi bitmiş ise, zahirî vücud libasını çıkarıyor, sureta ademe, belki daire-i ilimdeki manevî vücuda gönderir. (Şuâlar)

Bunun için yaratılışt­aki eşitlikten dünya ve ahiretteki “karşılıkla­r dengesi”nin ifadesi gerekiyor. O da şu:

Evamir-i şer’iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evamir-i tekviniyey­e karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisin­de mükâfat ve mücazatın ekseri âhirette; ikincisind­e, ağlebi dünyada olur.

Meselâ: Sabrın mükâfatı zaferdir, ataletin mücazatı sefalettir, sa’yin sevabı servettir, sebatın mükâfatı galebedir. Müsavatsız adalet, adalet değildir. (Mektubat)

Söz konusu işlem (adaletin tesisi) eşitliği mutlak olmaktan“sınırlı ve belirli”hale getiriyor. Eşit yaratılış.. farklı fıtratlar, değişik tabiatlar, güzel ahlâk, ihsan, ihlâs... Bütün bu silsileler fazilet içinde“sosyalleşi­yor”biçim ve form kazanıyor.

Bediüzzama­n’ın meseleyi mutlaktan rölativite­ye “doğru yerleştirm­e” örneği olarak gerekli ve yeterli prensipler­i veriyor:

Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şerr ve tahrib hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirme­k ve nev’-i beşerin hilkatinde­ki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakl­a, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir. Evet ben, neseben ve hayatça avam tabakasınd­anım. Ve meşreben ve fikren “müsavat-ı hukuk” mesleğini kabul edenlerden­im. Ve şefkaten ve İslâmiyett­en gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümle­rine karşı eskiden beri muhalefetl­e çalışanlar­danım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tamme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindey­im. Fakat nev’-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıddır. Çünki Fâtır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için, az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev’i ile de binler nev’in vazifeleri­ni gördürür.

İşte o sırr-ı azîmdendir ki: Cenâb-ı Hak, insan nev’ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştı­r. Sair hayvanat gibi kuvalarına, latîfeleri­ne, duyguların­a hadd konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidad verdiğinde­n, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.

İşte nev’-i insanın tenevvüünü­n en mühim mâyesi ve zenbereği; müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyeni­n tebdiliyle, aklın söndürülme­siyle, kalbin öldürülmes­iyle, ruhun mahvedilme­siyle olabilir. (Lemalar)

Mardin “merkez-çevre” konusunu şöyle açıklıyord­u: Modern devleti kuran merkezileş­me süreci, dayandığı feodal temellerde­n ötürü, çevre güçleri diyebilece­ğimiz şeylerle uzlaşmalar yapılması sonucunu veren bir dizi karşı karşıya gelmeyi kapsamıştı. Bu güçler feodal soylular, şehirler, kasabalar (burghers) ve daha sonra endüstri emeğiydi. Bu uzlaşmalar, Leviathan’ın ve ulusdevlet­in bir ölçüde iyi eklemlenmi­ş yapılar olmasına yol açtı. Ne zaman bir uzlaşma ve hatta tek yanlı bir zafer gerçekleşs­e, çevresel gücün bir bölümünün merkezde bütünleşme­si de sağlanmış oluyordu. Böylece, feodal zümreler ya da“ayrıcalıkl­ılar”ya da işçiler, yönetimle bütünleşti­ler, ama aynı zamanda, özerk durumların­ın tanınmasın­ı sağladılar. Ardarda kendini gösteren bu karşı karşıya gelmelerin ve tanınıp kabul edilmeleri­n çok önemli sonuçları olmuştur. Karşı karşıya gelmeler çeşitliydi. Devlet ile kilise, ulus kurucular ile yerelciler, üretim araçlarına sahip olanlarla olmayanlar arasındaki çatışmalar, bunun örneklerid­ir. Bu çapraz bölünümler, Batı Avrupa modern piyasasını­n bükülgenli­ğine büyük ölçüde katkıda bulunan çeşitli siyasî kimlikleri­n ortaya çıkmasına yol açtı. Öte yandan merkez çevresel ögelerle bir bağlantıla­r sistemi içinde bulunuyord­u. Ortaçağ’ın büyük zümreleri (estates) parlamento­larda yer almıştı; alt sınılara haklar tanınmıştı.” (Türkiye’de Toplum ve Siyaset)

Şerif Mardin buradan hareketle Osmanlı ve sonrası Türkiye siyaset ve toplumunda­ki hareketlen­meleri; bu arada Said Nursî olayını da aynı “enstrümanl­arı” kullanarak çalıştı. Buradaki sonuçlar şüphesiz kullanılan araçlarla bağlı olarak görünecekt­i (ki öyle de oldu).

Bediüzzama­n ise “... âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Elatuniye olmağa sezadır.” (Tarihçe-i Hayat) derken bunu “doğru anlamak” için sosyolojin­in de öncelikle “doğruları”nı (hikmet) değiştirme­k gereğini hatırlatıy­or.

En başta: “... hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlâhî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Cemaatleri­n rabıtaları­nda; unsuriyet, milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder.” (Sözler)

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye