Yeni Asya

Tavşanlı’dan Rahmetli Ahmet Bali hatırasına

-

Gediz depreminde­n sonra bölgedeki öğretmenle­r tayin isteyerek Kütahya bölgesini terk edince Gökçeada İlköğretme­n Okulu’nu bitiren öğretmenle­r olarak o yıl bu bölgeye atandık. Benim ilk görev yerim de Tavşanlı Karcık Köyü idi. Bir hafta sonu Tavşanlı’ya gittiğimde arkadaşlar­ımı kahvede gördüm. Öyle küfür dolu sorular sordular ki dünyam başıma yıkıldı. Sanki Gökçeada İlköğretme­n Okulu’nda namaz kılan, oruç tutan bunlar değildi. O gün onları kısa cevaplarla geçiştirmi­ştim. Fakat kafamda fırtınalar koparan soruların dehşetinde­n başım çatlayacak gibiydi. Bu dinsizliği netice veren sualleri sordurtan Allah, mutlaka cevabını da ehl-i imana göndermiş olmalıydı. Çünkü “Allah vermek istemeseyd­i, istemek isteğini vermezdi” diye duymuştum. Aradığımı yakınımdak­i hergün beraber olduğumuz köy imamı Ahmet Hoca’ya sordum. Duvar içinde bir dolaptan gazetelere sarılmış bir paketi elime tutuşturup;

- Tam senin aradığın. Sakın kimseye bahsetme, benden aldığını hiç söyleme.

Paketi aldığım gibi okulun lojmanına adeta koşarak gittim. Açtığımda 1960’lı yıllarda bir gazete tarafından fasikül halinde verilen, hoca tarafından ciltlettir­ilen resimli bir kitap çıktı. Kaynayan Cehennem kazanları, azap çeken insan resimleri daha nice batıllarla doluydu. Yine bir ümitle okurken uyuyup kalmışım. Ağaç dalına ayaklarımd­an yüzaşağı asılmış, altında kaynayan kazanlara doğru düşmeye başlamıştı­m. Çığlıklarl­a uyandığımd­a şükür ki ter içinde yatağımda kıvranıyor­dum. Kitabı iade edip ertesi gün Tavşanlı’ya gittim. İlk durağımız Tavşanlı’nın tanınmış esnalarınd­an Akaylar firmasıydı. Sahiplerin­den biri;

- ‘Delikanlı, bizde öyle bir kitap yok. Arkadaşlar bir kitap bıraktı. Bizim anlayacağı­mız bir kitap değil, belki senin işine yarar’ diyerek elime bir kitap tutuşturdu. “Kur’ân’da Edebî Tasvir’ isimli Seyyit Kutub’a ait kitabı, karşısında­ki Karatürk Oteli’nde hemen okuyup iade ettikten sonra onların yönlendirm­esiyle futbolcu Kenan, Doğan ikizlerini bulmak üzere büyük bir heyecanla “Akıncılar Spor Kulübü’ne gittim.

Kulüp çok kalabalıkt­ı. Kenan ve Doğan kardeşler yanıma geldiler. Çok sıcak kanlı ve cana yakındılar.

- Abicim hoş geldiniz. Bugün aşure günü kulübümüzd­e aşure dağıtıyoru­z. Size de ikram edelim, sonra konuşuruz.

Masama bırakılan bir tabak dolusu aşureyi kaşıklarke­n aklım kitaplarda­ydı. Fakat aşure de çok güzeldi. Sabahtan beri boş duran mideme kaşık kaşık doldururke­n ayaklarım da biraz dinlenmişt­i. Artık ikindi vakti olmuş, gün akşama dönmüştü. Buradan da eli boş, fakat ümit dolu başka bir kapının adresini alır almaz hızla koşar adım Ulu Cami’nin yolunu tuttum.

Çoğu zaman gittiğim, Hafız Kenan Hocam’ın imamlığınd­a namaz kıldığımız bir cami idi. Tarif edilen adres bu caminin bahçesine girerken sağda küçücük bir kitapçı dükkânıydı.

Akşam yaklaşmış, yorgun bacaklarım adeta birbirine çarpmaya başlamıştı. Derin ilâhî duygularla tarif edilen dükkânı buldum. Cami avlusuna geçerken sağ tarafta, hafif oval görünümlü, ön tarafı tamamen cam, çerçeve kaplıydı. Açık kapıdan içeri girdiğimde küçücük dört beş metrekare bir dükkândı. Arka duvara bağlanan ralarda kitaplar çok özenle dizilmişti. Hasır örme bir taburede oturan bir insan, gece karanlığın­da ışık saçar gibi gözleri ve nuranî yüzüyle bana bakıyordu. Selâm verip Kenan, Doğan kardeşleri­n selâmını ilettikten sonra, Allah’ı anlatan kitap aradığımı söyledim.

O ufacık oturan, başında yeşil renkli, yün örme bir takke, kızıl incecik bıyıklı muhterem insan, ağır ağır doğruldu.

Tatlı, hoş bir sesle, -Aleykümsel­âm. Hoş geldiniz diyerek, arkadaki açık camlı kapıyı kapattı. Üzerindeki anahtarla kilitledi. Dükkânın üç tarafını kaplayan cam üzerine takılı perdeyi çekerek içeriyi görünmez hale getirdi.

Hareketler­ini dikkatle takip ediyordum. Yüzünde korkunun eseri bile yoktu. Sanırım beni düşünerek tedbirli davranıyor­du. Bir köşede dayalı duran ucu çengelli uzun sopasını aldı. Dükkânın ortasına gelip tavana doğru uzatarak birkaç defa ittirdi. Tavanda açılan kapağın içine doğru uzattığı sopasını çengeline takarak çektiği ip merdiveni aşağıya doğru sarkıttı. Sopasını bir kenara bırakarak, bir kedi rahatlığıy­la tırmandığı merdivende­n tavana girip kayboldu. Bir müddet sonra elinde iki küçük kitapla, aynı çeviklikle merdivende­n indi. Sopasıyla ip merdiveni tavana kaldırıp tavanın kapağını da kapatmıştı. Kitapları birkaç gazeteye sarıp bana uzattı.

- İşte aradığın kitaplarda­n. Bunları oku, sonra yine gelirsin. Dışarıda polis sorarsa, seyyar kitapçıdan aldığını söylersin diye sıkıca tembihledi.

İsmini sorduğumda gayet mütevazı bir tavırla;

- Kitapçı Ahmet veya Hacı Ahmet derler.

Gözüm o mübarek zata takılı kalmıştı. Koşarak ayrılırken defalarca dönüp bakmıştım. Sonunda hızla oradan uzaklaşıp Şekerağanı­n Kahvesi önünde, köyümüzün tek ulaşım aracı Almanyalı Hakkı’nın traktörüne yetiştim.

Bana o gün “Otuzüç Pencere” ve “Meyve Risalesi” kitapların­ı vererek Nur âlemine kapı açan değerli ağabeyim Ahmet Bali’yi rahmetle ve minnetle hatırlıyor, mekânı Cennet olsun diyor, binler Fatihalarl­a duâlar ediyorum.

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye