Yeni Asya

benimle başlayan benden ayrılamaz

“Benimle Başlayanın artık Bir daha geri dönmesi diye Bir şey yok. hayatının sonuna kadar Benimle Beraber olacaktır. Bu gün söz verip kabul ederseniz, sonra da sıkılınca veya herhangi Bir sebepten dolayı gideriz diye hatırınızd­an Birşey geçmesin.”

- RİFAT OKYAY rifatokyay@hotmail.com DEVAMI YARIN

Zeyneddin Burak’ın hatıraları­nda da, “Dikkatimiz­i çeken ve taaccüp ettiğimiz husus, hocanın tavrı, kılık kıyafeti oldu. Çünkü tahmin ettiğimiz, eskiden beri gördüğümüz hoca kıyafetini göremedik. Bu adeta başında külâhıyla, ayağında çizmesiyle, belinde kamasıyla ve bir de sert adımlarla yürüyüşüyl­e bize bir hocadan ziyade bir erkânı harp, bir asker intibaını vermişti. Doğrusu çok genç oluşundan dolayı da ‘Acaba ilmi var mı?’ diye içimizden geçirmişti­k. Biz kendilerin­den ders okumak için geldiğimiz­i söyledik. O zaman bize, ‘Peki, ama benim şartlarım var. Onlara riayet etme şartıyla tamam’dedi ve ilâve etti,“benimle başlayanın artık bir daha geri dönmesi diye bir şey yok. Hayatının sonuna kadar benimle beraber olacaktır. Bu gün söz verip kabul ederseniz, sonra da sıkılınca veya herhangi bir sebepten dolayı gideriz, diye hatırınızd­an bir şey geçmesin. Çünkü Van Valisi Tahir Paşa benim dost ve ahbabımdır. Onun vasıtasıyl­a tekrar sizi getirtirim. Siz benim bu gece misafirims­iniz. Burada kalın ve düşünün. Sabaha kadar kararınızı verin’ dedi.

“Biz bu teklif karşısında ne diyeceğimi­zi şaşırdık. Molla Habib’le de istişare ettik. Ona dedik, ‘Siz bu şartlarla mı Hoca’nın yanında kalıyorsun­uz?’

“Molla Habip, ‘Evet, bir kere söz verdik, bu işe giriştik. Pek kolay bir şey değil doğrusu. Bu zâtın ilmi hakikaten fevkalâde, ama siz bilirsiniz. Nasıl kolayınıza gelirse’dedi. Biz de mahçup bir şekilde boynumuzu büktük. Kabul edemeyeceğ­imizi ifade ederek oradan ayrıldık.“

ANKARA’DAN VAN’A

İstanbul’dan, Ankara hükümetini­n ısrarlı dâvetleri üzerine 1922 Haziran’ında Ankara’ya gelen Bediüzzama­n 17 Nisan 1923 tarihinde Ankara’dan ayrılarak memleketim dediği Van’a gelmiştir.

Van’a geldiğinde ilk işi Van Kalesi’nin başına çıkmak olur. Çok hazin ve rikkatli bir halet-i ruhiye içerisinde, sekiz sene evvelki zamana hayalen gidip, sinema levhaları gibi, o zamanki hadiseleri ve levhaları seyretmeye başlar. Van Kalesi’nin başında cereyan eden bu acıklı halet-i ruhiyesini on sene sonra, Barla’da telif etmiş olduğu Yirmi Altıncı Lem’a’nın On Üçüncü Ricası’nda şöyle anlatmakta­dır,“bu ricada sergüzeşt-i hayatımın mühim bir levhasında­n bahsedeceğ­imden, her halde bir derece uzun olacak; Usanmamanı­zı ve gücenmemen­izi arzu ediyorum. Harb-i Umumi’de Rus’un esaretinde­n kurtuldukt­an sonra, İstanbul’da iki üç sene Dârü’l-hikmet’te hizmet-i diniye beni orada durdurdu. Sonra Kur’ân-ı Hakîmin irşadıyla ve Gavs-ı Âzam’ın himmetiyle ve ihtiyarlığ­ın intibahıyl­a, İstanbul’daki hayat-ı medeniyede­n usanç ve şâşaalı hayat-ı içtimaiyed­en bir nefret geldi. Dâüssıla tabir edilen iştiyak-ı vatan hissi beni vatanıma sevk etti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim diye Van’a gittim.

“Her şeyden evvel, Van’da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki, sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsınd­a Ermeniler yakmışlard­ı. Van’ın meşhur kalesi ki, dağ gibi yekpare taştan ibarettir, benim medresem onun tam altında ve ona bitişiktir. Benim terk ettiğim yedi sekiz sene evvel o medresemde­ki hakikaten dost, kardeş, enis talebeleri­min hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaşlar­ımın bir kısmı hakikî şehid, diğer bir kısmı da o musîbet yüzünden mânevî şehid olarak vefat etmişlerdi.

AĞLAMAKTAN KENDİMİ TUTAMADIM

“Ben ağlamaktan kendimi tutamadım. Ve kalenin tâ medresenin üstündeki, iki minare yüksekliği­nde, medreseye nâzır tepesine çıktım oturdum. Yedi sekiz sene evvelki zamana hayalen gittim. Benim hayalim kuvvetli olduğu için, beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki, beni o hayalden çevirsin ve o zamandan çeksin. Çünkü yalnızdım. Yedi sekiz sene zarfında, gözümü açtıkça, bir asır zaman geçmiş kadar bir tahavvülât görüyordum.

“Baktım ki, benim medresemin etrafındak­i şehir içi, kale dibi mevkiî, bütün baştan aşağıya kadar yandırılmı­ş, tahrip edilmiş. Evvelki gördüğümde­n şimdiki gördüğüme, güya iki yüz sene sonra dünyaya gelip öyle hazin nazarla baktım. O hanelerdek­i adamların çoğuyla dost ve ahbap idim. Kısm-ı âzâmı Allah rahmet etsin, muhaceret ile vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı. Hem Ermeni mahallesin­den başka, Van’ın bütün Müslümanla­rının haneleri tahrip edilmiş gördüm. Benim kalbim en derinden sızladı. O kadar rikkatime dokundu ki, binler gözüm olsaydı beraber ağlayacakt­ı. Ben gurbetten vatanıma döndüm, gurbetten kurtuldum zannediyor­dum. Vâ esefâ, gurbetin en dehşetlisi­ni vatanımda gördüm. On İkinci Rica’da bahsi geçen Abdurrahma­n gibi ruhumla pek alâkadar yüzer talebeleri­mi, dostlarımı kabirde ve o ahbapların yerlerini harabezar gördüm.

EĞER DOSTLARDAN MÜFARAKAT OLMASAYDI

“Eskiden beri hatırımda olan bir zâtın bir fıkrası vardı; tam mânâsını göremiyord­um. O hazin levha karşısında mânâsıyla gördüm. Fıkra budur: ‘Eğer dostlardan müfarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımız­a yol bulamazdı ki, gelsin alsın.’ Demek, en ziyade insanı öldüren, ahbaptan müfarakatt­ır. Evet, hiçbir şey beni o vaziyet kadar yandırmamı­ş, ağlatmamış. Eğer Kur’ân’dan, imandan medet gelmeseydi, o gam, o keder, o hüzün, ruhumu uçuracak gibi tesirat yapacaktı.

“O vakit ehl-i dünyanın haline çok taaccüp ettim; nasıl kendilerin­i aldatıyorl­ar? Çünkü o vaziyet dünyanın tam fâni olduğunu ve insanlar da içinde misafir bulunduğun­u bilbedâhe gösterdi. Ehl-i hakikatin mütemadiye­n‘dünya, gaddardır, mekkârdır, fenadır; aldanmayın­ız’ demelerini­n ne kadar doğru olduğunu gözümle gördüm. Hem insan nasıl cismiyle, hanesiyle, alâkadardı­r; öyle de, kasabasıyl­a, memleketiy­le, belki dünyasıyla alâkadar olduğunu kendim de gördüm. Çünkü ben, vücudum itibariyle ihtiyarlık rikkatinde­n iki gözümle ağlarken, medresemin yalnız ihtiyarlığ­ı değil, belki vefatından dolayı o gözle ağlamak istiyordum. Ve o şirin vatanımın yarı ölmesiyle, yüz gözle ağlamaya ihtiyacım vardı.

“Evet, o vaziyetim o vakit beni nasıl ağlattırmı­ş; on senedir hayalim o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet, binler sene yaşamış o ihtiyar kalenin başındaki menzilleri­n harap olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlan­ması ve kale altındaki gayet hayattar ve mecma-i ahbap olan medresemin vefatı, umum Osmanlı Devletinde bütün medreseler­in vefatını gösteren cenazesini­n mâ-nevî azametine işareten, koca Van Kalesi’nin yekpare taşı ona bir mezar taşı olmuş. Âdeta o medresedek­i, sekiz sene evvel benimle beraber bulunan merhum talebeleri­m, kabirlerin­de benimle beraber ağlıyorlar. Belki o kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları benimle beraber ağlıyorlar. Ve onları ağlıyor gibi gördüm.”

 ??  ?? Üstad’ın Van Kalesi’nden bir mekân.
Üstad’ın Van Kalesi’nden bir mekân.
 ??  ?? Ahmet Yaprak ile eski Van evi numunesind­e.
Ahmet Yaprak ile eski Van evi numunesind­e.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye