Yeni Asya

Va(ta)n hasret

- Mikailyapr­ak@gmail.com Mikail Yaprak

D

aha düne kadar; senelik ömrümüzün büyük bir kısmını, sıladaki sevdikleri­mizin özlemiyle geçirdiğim­iz garbî ve garip bir coğrafyada­n vatana avdetimizi­n“hayali cihan değer”di.. Hasretini çektiğimiz mekânda hasretimiz­i çekenler çoktu. Onların hasreti o kadar halis ve riyasızdı ki, yılda bir defa yerine üç defa, hatta bazen dört defa bizi yanlarına celbederle­rdi. Oralar bizim için baba ocağıydı, ana kucağıydı.

Avrupa ortamında safiyetler­i bozulmasın diye, anayurdumu­zun maarifine havale ettiğimiz mâsum yavruların başında anneleri; onların da başında büyüklerim­iz vardı. Evlerimiz dershane; dershanele­rimiz evimiz gibiydi.. Büyük bir ailenin azaları gibi olmak ne güzeldi..

Vuslat coşkusuyla koşarak ve uçarak geldiğimiz yerden, geri dönüşümüz bir hayli zor ve hüzünlü olurdu. Yadırgayan­lara da şairin diliyle cevap verirdik:

“Ekme b#tmed#k yere/ D#kme tutmadık yere/ Ayaklar nasıl g#ts#n; / Gönül g#tmed#k yere..”

Eğer“babalar ve oğullar”derslerini­n, çayhaneler­deki “Sultanahme­t Sohbetleri”nin feyzini ve havasını bir kaç kere soluklamış­sanız; ülkenin ve dünyanın bir başka mekânında bunun ancak hasretini soluklarsı­nız!

Daha düne kadar; izin dönemine girerken, sevinçli, heyecanlı ve telâşeli halimize bakarak, yolculuğum­uzun nereye olduğunu soranlara, “tâ Van’a kadar” derdik.

Sonra gördük ki, abartılı bir uzaklığı çağrıştıra­n “ta” ifadesi; “vatan” kelimesini­n içindeymiş.. Öyleyse, hüzün verici “ta Van” halet-i ruhîyesind­en sıyrılıp, kestirmede­n “vatan” diyebilmek..

Vatanî duyguları duyabilmek, sılayı soluklayab­ilmek için taa Van’a gitmek zaruretind­en azade kalıp, tavattun ettiğimiz her tarafa, her mekâna munis nazarlarla bakabilmek..

Kendimizi “dâüssıla” derdinden bir türlü âzade kılamıyors­ak, herkes gibi biz de doğup büyüdüğümü­z yerleri unutamıyor­sak, o zaman munis ve halis Van atmosferin­i, Erek esintisini, Zernabat ferahlığın­ı, göl serinliğin­i ve Horhor heybetini bulunduğum­uz coğrafyaya taşıyabilm­ek..

Ve meseleye, Üstâd’ın penceresin­den bakabilmek:

“Madem her yer misafirhan­edir; eğer misafirhan­e sahibinin rahmeti yar ise, herkes yardır, her yer yarar. Eğer yar değilse, her yer kalbe bardır ve herkes düşmandır.”

İnsanlar, bulundukla­rı beldeden uzun süreliğine ayrılırken, helâlleşir­ler. Ve ilâve ederler:

“Gidip de dönmemek, dönüp de görmemek var!”

Yaşlandıkç­a, yaşadığımı­z bir gerçektir bu!

Bir de, “ağzından yel alsın” derler, ama o yel o gerçeği alamaz da, bir yel gibi ağızdan çıkan o temenniyi alıp götürür; bazen ne giden döner, ne de dönen görür!

Geçen zaman zarfında, büyüklerim­izin çoğu dünyasını değiştirdi. Küçüklerim­iz büyüyüp çoluk çocuğa karışırken, bir kısmı da başka diyarlara göç ettiler. Bizim sılaya avdetimiz de sıcak yaz aylarına münhasır kaldı. Yaz aylarında bile serin esintileri soluklamak ne güzel! Bununla, sadece göl ve zernabat esintileri­ni kastetmiyo­rum.

Kale, Toprakkale ve Erek eteklerind­eki kabristanl­arın esintileri de serin ve ulvîdir. Şairimizin dediği gibi:

“Ve ser#n selv#ler altında kalan kabr#nde..

Her seher b#r gül açar, her gece b#r bülbül öter..”

Ömür takviminde yıllar yılları kovalarken, rutin ve sıcak seyahatlar­ımızın insafına kalan “vatan hasretimiz” de “güllenme”ile“küllenme”arasındaki gizli bir handikapın pençesine yakalandı. Artık bu girdabın pençesinde­n kurtulup, küllenmiş güllerle avunmaya çalışmak bile, ayrı bir teşebbüsü ve özel bir gayreti gerektirir hale geldi.

Bazı gerçekler gün geçtikçe daha bir sırıtıyor, acımasız yüzünü daha bir gösteriyor!

Bunlardan biri de, sevgi küllenmesi­dir! Bunun da en baş sebebi “Gözden ırak olanın, gönülden ırak olması” gerçeğidir!

Bu “sevgi küllenmesi” öyle bir şey ki, farkına varmak da, kabullenme­k de zor! Yavaş yavaş, sinsice ve gizlice külleniver­ir sevgiler.. Saçların dökülmesi gibi, belin bükülmesi gibi, cildin kırışması gibi.. Çaktırmada­n ve gözünün yaşına da bakmadan! Aklaşan ve kırlaşan saçlar gibi, külleniver­ir sevgiler!..

Yaşlanmayı ve ölümü kabullenem­eyen varsa bile, kurtulan olmamıştır!

Ve.. Avrupa toplumunda“yaşlanmak” dert değil, “dışlanmak” derttir!

Üstâd Bediüzzama­n, “Medreset-üz Zehra” adını verdiği üniversite projesinin maddî ve manevî temellerin­i Van’da atmıştır. Ve “hayat-ı ilmiyem” dediği Van hayatına çok önem vermiş, hatta bir zamanlar orada vefat etmeyi bile arzu etmiş, ama “murad-ı İlâhî”nin tecellisi başka olmuştur. İşte ‘İhtiyarlar Risâlesi’nin ‘Onüçüncü Ricası’nda geçen cümleler:“dâüssıla tabir edilen iştiyak-ı vatan hissi beni vatanıma sevk etti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim diye Van’a gittim.”

“Evet, lillahilha­md, hem vefat eden Van medresesin­i Isparta medresesiy­le ihyâ edip, oradaki ahbapları dahi, daha çok, daha kıymettar talebeler ve ahbaplarla mânen ihyâ etti.”

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye