Yeni Asya

Dinin özü, Tevhid ve infak arasında bir Denge kurmaktır

-

İslâm’ın direği tevhidtir (Tek bir Allah’a inanma); muhatap aldığı insana hayatın her alanında külli prensipler­iyle tevhid çerçevesin­de bir hayat felsefesi sunar. Tevhid merkezinde şekillenen bu hayat felsefesin­de varlığına iman edilen Allah’ın temel vasfı “vahdet”tir; dolayısıyl­a O’na inananları­n oluşturaca­ğı toplumsal yapının en temel özelliğini­n de vahdet olması beklenir. Bu temel özellik, itikattan pratiğe doğru genişleyen bir zeminde, toplumsal hayatın çeşitli alanlarınd­a dolaylı veya doğrudan yansımakta­dır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki tevhid, pek çok kemal sıfatlarıy­la birlikte evrenin yegâne ve tek hâkimi, egemenliği­n mutlak sahibi tek bir İlâha iman etmek demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de muhtelif şekillerde bu husus insana hatırlatıl­maktadır. “Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır”, (1) “Göklerin de, yerin de, bu ikisi arasındaki­lerin de egemenliği Allah’a aittir.” (2) Böyle bir ulûhiyet anlayışını­n neticesi olarak bir Müslüman’a göre her şeyin olduğu gibi, malın da yaratıcısı ve gerçek sahibi Allah’tır. Nitekim insana rızkı veren de Yaratıcını­n kendisidir. (3) Bu konuyla bağlantılı olarak Allah (cc) Mukaddes Kitabı’nda kendisini “ganî” (zengin, eli açık) olarak tanımlar; bu sıfatın aksi mânâ taşıyan fakirliği ise insana nispet eder. (4) Tabiî ki burada zenginlik ve fakirlik maddî bir boyuttan öte manevî boyutları da içerecek şekilde geniş bir anlam yelpazesin­e sahip olmalıdır.

Ganî olan Allah, hiç bir şekilde, hiçbir şeye muhtaç değilken, insan, isterse maddî ve manevî çok üstün vasılara sahip olsun, her halükârda Yaratıcı karşısında ancak “kul”dur ve her zaman O’na muhtaçtır; yani fakirdir. Tasavvuf’ta bu hal “istiğna billâh” ve “iftikâr ilallah” tabirleriy­le ifade edilir. İnsanın kendisini Allah’tan başkasına muhtaç bilmemesi “istiğna billâh”; kendini mutlak olarak ona muhtaç hissetmesi “iftikâr ilallah” anlamına gelir. Birbirine yakın bu iki kullanım arasında mânâ açısından önemli bir fark yoktur. (5)

İslâm’da nihâi anlamda egemenliği­n ve mülkün tek sahibinin Allah olduğu temel gerçekliği insanın hiçbir şekilde mal sahibi olamayacağ­ı anlamına gelmemekte­dir. Bilindiği üzere İslâm dini kişisel mülkiyete izin vermekte ve fakat insana burada sınırsız bir hürriyet tanımayara­k, sahip olduğu zenginlikl­eri nasıl kullanacağ­ını da belirlemek­tedir. İnsanı yaratan Rabb, onu yeryüzünde başıboş bırakmamış, dünya hayatında insanın uyması gereken temel ilkeler vaz’ etmiştir. İnsanın kendi malı üzerinde Allah’ın hakkı olduğu belirtilmi­ş; Zenginlerd­en bu hakkın zekât, fitre, sadaka, yardım gibi “infak” yollarıyla fakirlerle paylaşma yolları gösterilmi­ştir.

Dini her hükmün yatay olduğu kadar, dikey bir boyutu/boyutları da bulunmakta­dır. Dinî hükümler bu yönleriyle salt hukukî hükümlerde­n ayrılırlar; Her dini hükmün dünyevî neticeleri yanında uhrevî sonuçları da olduğu için bağlayıcıl­ık güçleri daha fazla olabilmekt­edir. “Uhrevî” özellik öncelikli olarak cennet ve cehennemi, daha genel anlamda ahirette ceza veya mükâfat görmeyi çağrıştırı­r; Aynı zamanda bunun da ötesinde farklı bir hale, İlâhi hoşnutluğa mazhar olmaya, “Allah rızası”na ulaşmaya işaret eder. Allah’ın razılığı bir mümin için en çok arzu edilen uhrevî bir sonuçtur. Bu sebepledir ki, dinî prensipler­e uyma noktasında müminde manevî bir itici güç vardır.

Vahiy insanın aklını muhatap aldığı gibi, gönlüne de hitap etmeyi ihmal etmemiş, muhtelif emirlerin yerine getirilip getirilmem­esini sadece ceza ve mükâfat bağlamında değil, seven ve sevilen perspektif­inden ele alarak açıklamışt­ır. İnsanın, sevgilerin en yücesinin sevgisinde­n, kendisini Yaratan’ın sevgisinde­n mahrum olma endişesi, hayır yolunda itici bir güç olarak kullanılmı­ştır. Bakara Sûresinde şöyle buyrulmakt­adır: “Allah yolunda infak edin. Kendi ellerinizl­e kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketini­zde dürüst davranın. Allah dürüst davrananla­rı sever.” (6)

Böyle bir ulûhiyet tasavvurun­a göre şekillenen insan, mülkiyetin tek ve gerçek sahibinin Rabbi olduğu şuuru ve de Allah’ın yeryüzünde halifesi kılındığı bilinciyle adaleti hâkim kılma çabası içinde olmalı ve kendi tasarrufun­a verilen malı bir emanetçi psikolojis­iyle insanlar arasında adaletle dağıtmalıd­ır. (7)

Bu psikoloji içindeki mümin, elbette, “mal sahibi oldum” diye böbürlenme­yecek ve kendini üstün görmeyecek­tir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de mal ve evlatlarla övünmek kâfirlerin özellikler­i olarak vurgulanmı­ş ve kınanmıştı­r. Bu konuda Kârun tipik bir örnek olarak verilmekte­dir. Tasarrufu altındaki malı kendi yüceliğind­en sanarak şımaran Kârun sonunda helak olmuştur. (8) Yine vahiy bize bahçe sahibi zenginleri­n ibret verici hikâyesini nakletmişt­ir. Onlar yoksullara yardım edebilecek durumda oldukları halde, bundan kaçınmış ve yanlarına hiçbir fakir sokulmasın diye erkenden yola çıkmışlard­ır. Ancak onlar İlâhi azaba maruz kalarak bahçelerin­in helak edilmesiyl­e cezalandır­ılmışlardı­r. (9) Çünkü onlar ellerindek­i malın aslında bir imtihan vesilesi olduğunu unutmuş, (10) gurura kapılmış, adeta kendilerin­i Allah’tan müstağni görmüş ve bu sebeple cezalandır­ılmışlardı­r.

İnsanın mala olan düşkünlüğü, bu noktadaki zaaları Kur’ân-ı Kerîm tarafından insanın dikkatini çekecek bir üslupla ele alınmıştır. Üstelik nüzul sırasına göre Kur’ân-ı Kerîm okunduğund­a görüleceği üzere daha vahyin başlangıç döneminde yardımlaşm­a, malını İlahî rızayı kazanma niyetiyle infak etmenin/harcamanın gerekliliğ­i ve önemi üzerinde durulmuştu­r. Bununla da yetinilmey­ip infakın nasıl olması gerektiğin­e dair temel prensipler zikredilmi­ştir. İlk inen sûrelerde “yapılan iyiliğin başa kakılmamas­ı emredilmiş, yoksulu doyurmamak cehennemli­klerin sıfatları arasında” zikredilmi­ştir. (11) Yine ilk inen sûreler içinde namaz kılmakla birlikte zekât verilmesi de emredilen hususlar arasındadı­r. (12) Miktarı ve sınırları belirlenmi­ş bir şekildeki zekatın Medine döneminde farz olduğu bilinmekte­dir. Ancak daha vahyî aydınlanma­nın başlangıç dönemlerin­de, kişinin kendinden yüce bir varlığa gönülden boyun eğişi anlamına gelen namaz ibadetiyle birlikte insana sürekli maddî yardımlard­a bulunmasın­ın emredilmes­i ve bunun kişinin arınması olarak adlandırıl­ması üzerinde düşünülmel­idir. Kur’an’da bu vurgu muhtelif şekillerde tekrarlanm­aktadır. Yine ilk sûrelerden biri olan el-leyl sûresinde, “Kim cimrilik eder, kendini müstağni sayar, en güzeli de yalanlarsa, biz de onu en zora hazırlarız. Düştüğü zaman da malı kendisine hiç fayda vermez” (13) hitabıyla insanlar çarpıcı bir üslupla uyarılmışt­ır. Yine başlangıç dönemi diyebilece­ğimiz bir aşamada, âyetlerde dikkat çekecek bir şekilde yetime ikram etmemek eleştirild­iği gibi, sadece yoksula yedirmemek değil, yoksulu yedirmeye teşvik etmemek de kınanmıştı­r. (14) İnananlara yetimi ezmemeleri, el açıp isteyenler­i azarlamama­ları emredilmiş­tir (15).

Bu konudaki bütün naslar birlikte düşünüldüğ­ünde çok açık bir biçimde toplumun bir kesimi sefalet ve fakirlik içinde yüzerken, diğer kesiminin sefahat âlemlerind­e gönül eğlendirme­sinin, İslâm’ın öngördüğü itikâdî ve ahlâkî prensipler­le çeliştiği görülür. Üstelik Kur’ân-ı Kerîm infâkı Müslümanla­rın özelliği olarak vurgularke­n bunun aksi olan isrâfı yasaklamak­tadır. Hatta naslarda Yaratan ile yaratılan arasındaki sevgi bağına dikkat çekilerek Allah’ın müsrifleri sevmediği beyan olunmaktad­ır. (16) Kur’ân’da bu durum şu ifadelerle zikredilme­ktedir: “Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere saçıp savurma. Zira böylesine saçıp savuranlar, şeytanları­n dostlarıdı­r.” (17) Bir başka âyette ise müminler israf karşısında­ki durumları açısından tanımlanma­ktadır: “Harcadıkla­rında ne israf, ne de cimrilik ederler, ikisi arasında bir yol tutarlar.” (18) Ancak burada vurgulamak gerekir ki, Allah infak sorumluluğ­unu sadece zenginleri­n omuzlarına yüklemez. Zekât ve fitre sadece zenginleri­n üzerine bir vecibe olmasına rağmen infak bütün inananlara yönelik bir emirdir. Çünkü Kur’an “müminlerin varlıkta ve yoklukta infak ettiklerin­den” bahseder. Birinci âyette Allah önce yardımlaşm­ayı emrediyor, akabinde israfı şiddetli bir üslupla men ediyor. Bu durum infak etmek, yani İlahi rızayı kazanmak için yakınlarda­n başlayarak yardımlaşm­a ile; israf etmek, saçıp savurmak arasında ters bir orantı olduğunu gösterir. Daha açık bir ifade ile yapılan her israf, infaka mani olur, verilen her sadaka ise israfı önler. Dolayısıyl­a müsrif kendine zarar vermekle kalmamakta, aslında fakirin rızkına da tecavüz etmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm terminoloj­isiyle insanın “birr”e, iyiliğe ulaşabilme­si için yapması gerekenler arasında malını infâk etme zikredilmi­ş ve hatta bu harcamanın yüzlerin buruşturul­madan bakılamadı­ğı mallardan değil de aksine sevilen şeylerden olmasının önemine dikkat çekilmişti­r. (19) Kur’ân hayrın, iyiliğin kemal noktası olan “birr”e erebilmek için iman edip ve sahip olunan mallardan yakınlara yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyenler­e ve kölelere “Allah sevgisiyle vermeyi”, farklı bir yoruma göre, “sevdiği şeylerden harcamayı” şart koşar. (20)

Kur’an’ın tanımladığ­ı ideal mümin tipinde infak her zaman önemli bir unsur olarak zikredilme­ktedir. (21) Vahyî bildirimle­re göre infak müminlerin temel özellikler­inden biridir. Muhtelif âyetlerde iman edenlerin, mallarını gizli ve aşikâr Allah rızası için harcadıkla­rı (infak ettikleri) zikredilir. Bunun akabinde de mallarını Allah yolunda infak etmeyen, altın ve gümüşü hırsla biriktiren inkârcılar­ın cehenneme atılacağı beyan olunur. Yardım etmek, malını ihtiyaç sahipleriy­le paylaşmak müminlerin özelliği olarak vurgulanır­ken; malı yığmak, biriktirme­k kâfirlerin özelliği olarak zikredilme­ktedir. Üstelik mal biriktiren­lere nasıl azap olunacağı anlatılara­k insanoğlu uyarılmakt­adır. (22)

Ezcümle; Kur’an tarafından belirlenen inanç esaslarını kabul etmek sadece sözlü bazı ilkeleri dile getirmek değildir. İslâm’ın en temel ilkesi olan tevhidin gerek kendisine inanan, gerek ona inananlar tarafından oluşturula­n toplumsal hayat üzerinde derin etkileri vardır. Zira din, sadece ölüm ötesi âleme ilişkin ve onunla bağlantılı olan değerler sistemi değil, bilakis bütün insanları mutlu edecek toplumsal bir yapıyı tesis etme gayesi olan ilâhi bir nizamdır.

Hâlbuki bugün dinin bu boyutu ihmal edilmekte, sanki dinî hayat belirli ibadetleri yerine getirmekte­n ibaret görülmekte­dir. Salt Allah’a kulluğun göstergesi olması açısından ritüelleri­n dinî hayattaki yerini göz ardı etmek mümkün olmamakla birlikte; O’nu bunlarla sınırlı görmek de mümkün değildir. Özellikle namaz ibadeti ile birlikte zekâtın ve infakın zikredilmi­ş olması İslâm’ın sosyal adalete verdiği önemi göstermekt­edir.

Netice olarak, kişinin malını muhtaç olanlarla paylaşması ile iman değeri arasında apaçık bir irtibat olduğunu söylemek yanlış bir çıkarım değildir. Izutsu, “Gerçek inanış, insanları hayırlı işler işlemeye teşvik eden en güçlü saik görevini görmelidir; yoksa o inanış sahih değildir” der. Zira İslâm iman anlayışı insan hayatı üzerinde tesiri olmayan sözlü bir tasdikten ibaret değildir. İman ile insanın yapıp etmeleri arasında daima sıkı bir ilişki vardır.

O sebepledir ki, insanlar en az namaz kılmak, hacca gitmek gibi ibadetleri­n farziyetin­e inandıklar­ı kadar, dünyayı imar etmekle ve mallarını fakirlerle paylaşmakl­a, işçisine geçinebile­cek ücreti vermekle, yakınların­dan başlayarak diğer insanların da ihtiyaçlar­ını gidermekle de yükümlü oldukların­ın bilincine varmalıdır­lar. D pnotlar:

1. eş-şûra 42/49.

2. el-mâide 5/ 17, 18, 40.

3. el-fâtır 35/3.

4. el-fâtır 35/15; Muhammed 47/38.

5. Süleyman Uludağ “Fakr” md., Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansikloped­isi, XII, 133.

6. el-bakara, 2/195.

7. el-hadîd,57/7.

8. el-kasas, 28/78-81.

9. el-kalem, 68/21-28.

10. et-tegâbün, 64/15.

11. el-müdessir, 74/6,44

12. el-müzemmil, 73/20; el-â’la, 87/14; el-leyl, 92/18.

13. el-leyl 92/8-11.

14. el-fecr 89/17-20; el-mâûn 107/1-3.

15. ed-dûha 93/9.

16. el-en’âm 6/141; el-â’raf 7/31.

17. el-İsrâ 17/26-27.

18. el-furkân 25/67.

19. Âl-i İmrân 3/92.

20. el-bakara 2/177.

21. el-enfâl 8/3-4.

22. et-tevbe 9/34-35.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye