İslâm medeniyetinin mimarları -2
Milâdî on üçüncü asırda İslâm ümmetinin yeni ümidi Anadolu Selçukluları idi. Ayakta onlar vardı ve küffara karşı İslâm’ın savunucusu onlardı. Bu dönemde önemli şahsiyetler de yetişti: Muhyiddin-i Arabî, Ahi Evran, Fahreddin-i Razi, Sadreddin-i Konevi, Mevlânâ, Şems-i Tebrizi, Hacı Bektaş-ı Velî, Taptuk Emre, Yunus Emre bu dönemin mimarlarındandı. Buhara’da Şah-ı Nakşıbend engin bir irfan denizi halinde meydandaydı.
Selçuklular çabuk zayıladı; ancak Anadolu’da onlar yerine bir güneş doğdu: Osmanlılar.
Bu yüzyılda Arap dünyasına feci bir tehlike daha yaklaşmıştı: Timur. On binlerce askeriyle Şam’a girmiş ve sivil insanları yakmaya başlamıştı. Bu sırada İslâm Medeniyeti’nin imdadına tarih felsefecisi, toplum bilimci, idare ve siyaset bilimci, sosyolojinin kurucusu İbn-i Haldun yetişti. Devlet yönetim sistemine bilimsel katkılar yaptı. İbn-i Haldun 1400 yılında Şam’da Timur ile görüşerek, diplomatik gücüyle Timur’u durdurmasını bildi. En azından Timur’un Arap toplumlarını talan etmesini önledi. Böylece İbn-i Haldun devletler arası ilişkilerde diplomasinin en az savaş kadar, ama barış içinde etkili sonuçları olduğunu gösterdi.
Ancak bu defa Araplardan vazgeçen Timur Anadolu’ya yöneldi ve Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayezıt ile Ankara’da savaştı. Bu savaş Osmanlı’ya çok yara açtı. Yıldırım Bayezıt esir alındı ve Osmanlı’nın hafızası neredeyse silindi. Endülüs’ün tamamen yıkıldığı ve Osmanlı’nın tarih sahnesine yeni çıktığı bu yüzyıl başlarında Osmanlılar, Timur faciasıyla tökezledi. Fakat çabuk toparlandı, on yıl gibi bir sürede fetret devrini aştı ve yükselmeye devam etti.
Osmanlı’nın Fikir ve Gönül mimarları
Osmanlılar, 600 yıl hüküm sürdü. Bu sürenin ilk yarısında Osmanlı, devrinin şartlarına göre yükseldikçe yükseldi. Adalette, hukukta, bilimde, san’atta, edebiyatta, askeriyede, sanayide, hoşgörüde, dış ilişkilerde örnek bir tablo ortaya koydu. Uluğ Bey’ler, Ali Kuşçu’lar, Mimar Sinan’lar, Barbaros Hayrettinler, Piri Reisler, İmam-ı Rabbanî’ler, Evliya Çelebi’ler, Mevlânâ Halid’ler bu dönemin ruh, bilim ve medeniyet mimarlarıydılar.
Sosyologlar her medeniyeti insana benzetirler: Doğar, büyür, gelişir ve ölür derler. Altı yüz yılın ikinci yarısında her medeniyet gibi Osmanlı da gerilemeye başladı. Bu son yarıda maalesef Batı medeniyeti karşısında yenik ve yorgun düştü. Bu dönemde içine düşülen Batı hayranlığı, giderek, İslâm Medeniyeti’nin ter ü taze iman esaslarına, kimliğine, aşkına, ümidine kadar hemen her değerini alıp götürdü. Bu korkunç bir tabloydu.
Bediüzzaman, “Ümmetim istikamette gitmezse yarım gün vardır” hadisinin Osmanlı’yı da tanımladığını ifade etmiştir. Osmanlılar da Abbasiler gibi istikametini kaybettiklerinden, devletin şevketini ve gücünü beş-altı yüz yıl koruyabilmişlerdir.
Ve nihayet iş, İslâm Medeniyeti’nin ikinci defa krize girdiği fitne asrına dayanmıştır.
ümmete Düşen nedir?
Yirminci yüzyıl İslâm Medeniyeti’nin felâketleri ve helâketleri yaşadığı yüzyıldır. Yabancı medeniyetlerin taarruzu Müslümanların haremine girmiştir. Müslüman sokakları gayr-ı Müslim sokaklarından farksız olmuştur. İman esaslarına yapılan saldırılar cahilden cüheladan değil, yüzyılın yükselen yıldızı fenden ve felsefeden gelmiştir. Bu durum Müslümanları dinden ve imandan gevşetmiş, çoğu gençleri dinsiz ve imansız yapmıştır. Bu taarruzları karşılamaya taklidi iman yetmemiştir. Tahkiki iman gerekmiştir.
Öte yandan bu son yüzyılda medeniyetin hemen her alanında Müslümanlar sınıfta kalmışlardır. Dinde ve imanda içine düşülen gevşeklik sevgi, saygı, hürmet, merhamet, hukuk, adalet, hürriyet, edebiyat, san’at, uhuvvet, kardeşlik, bilim, teknik, sanayi, askeriye, hemen her alanda kendini göstermiştir.
İşte böyle bir zamanda zuhur eden Bediüzzaman, üç dönemli bir performans sergileyerek, İslâm Medeniyeti’nin bütün kayıplarını ümmete yeniden kazandıran bir potansiyel ortaya koydu. Dünya rahatı namına bir şey görmedi. Dünyanın malını, mülkünü, parasını, makamını, şöhretini, rahatını, zevkini, sefasını, hatta hayatını, hatta ahiret hayatını dâvâsı için elinin tersiyle itti. Ömrünü harp cephelerinde, sürgünlerde, gözaltlarında, memleket hapishanelerinde, mahkeme salonlarında geçirdi. Kur’ân’ın ter ü taze yaklaşımıyla İslâm Medeniyeti’nin sosyal, siyasal, içtimaî, dinî, imanî, ahlâkî olmak üzere bütün değerlerini yeniledi ve altı bin sayfalık Risale-i Nur metinlerinde ümmete sundu.
Şimdi ümmete düşen, Sayın Kaplan’ın dediği gibi, yepyeni bir oluş çilesine girerek, bu metinlerde ortaya konmuş medeniyeti bulup keşfetmektir.