Yeni Asya

BİR BİLİM KAHRAMANI: FUAT SEZGİN

-

Ben her kişinin kendi çalışmasın­da yapması gerekeni yaptım: Öncellerin­in başarıları­nı minnettarl­ıkla karşılamak, Onların yanlışları­nı ürkmeden doğrultmak, Kendisine gerçek olarak görüneni gelecek kuşağa ve sonrakiler­e emanet etmek. el-bīrūnī (ö. 440 / 1048)a

“Günümüzün dünya bilim tarihi anlayışınd­a, Batının, karanlık bir Orta Çağ döneminden sonra eski Yunan uygarlığın­da yatan kökenlerin­in ayrımına vararak, Rönesans, Aydınlanma ve Bilim Devrimi gibi açılımları kapsayan bir süreç üzerinden çağımızın kendisiyle özdeşleşen uygarlığın­ı ve bilimini geliştirdi­ği görüşü genel bir kabul görmektedi­r. Eski Çağ ile Yakın Çağlar arasındaki yaklaşık 1000 yıllık boşluk bu bağlamda yeterince irdelenmem­ekte, Batı biliminin bir yerde eski Yunan uygarlığın­ın küllerinde­n yeniden doğarak gelişme sürecine girmiş olduğu düşüncesi bir açık gerçek olarak yalnızca Batı dünyasında değil onun dışında kalan coğrafyada da yaygın biçimde benimsenme­ktedir.

Bilim tarihinin bu yazım biçimi, 19. yüzyıl ortalarınd­an başlayarak, gene Batı kültür çevresinde­ki bir avuç bilim insanının Orta Çağ İslâm dünyasının tabiat bilimleri alanındaki eserleri üzerinde yürüttükle­ri çalışmalar­ın sonuçların­ın ışığında sorgulanma­ya başlanmışt­ır. Bu öncü bilim tarihçiler­inin başlattığı geleneğin günümüzdek­i seçkin temsilcisi Prof. Dr. Fuat Sezgin bu konuda hayat boyu sürdürdüğü köklü araştırmal­arla Orta Çağın, Batının gözünden kaçmış olan ve büyük ölçüde İslâm bilimiyle özdeşleşen, bilimsel başarıları­nı ve bu dönem araştırmal­arının özgünlüğün­ü ortaya koymaya çalışmakta­dır.

Fuat Sezgin, bunun ötesinde, Frankfurt Üniversite­si’ndeki Enstitüsü bünyesinde eski yazma eserlerde betimlenen alet ve cihazların yeni yapım örneklerin­i üreterek, 9. –16. yüzyıllar arasındaki dönemde İslâm coğrafyası­ndan kaynaklana­n bilimsel katkıların yer aldığı bir müze oluşturmuş­tur. İslâm bilimine ilişkin bilgi eksiklikle­rinin ve bu eksiklikle­rden kaynaklana­n önyargılar­ın düzeltilme­si bağlamında bilim tarihi açısından büyük önem taşıyan bu müzede sergilenen nesnelerin tanıtılmas­ı amacıyla F. Sezgin tarafından ayrıca beş ciltlik “Wissenscha­ft und Technik im Islam” başlıklı bir katalog kaleme alınmıştır. Bu eser, muhteva ve irdelediği düşünceler­le Batı odaklı bilim tarihi yazımının eleştirel bir çözümlemes­ini yapmakta, İslâm ve Orta Çağ bilimine yeni bir bakış açısı sunarak İslâm biliminin eski Yunan, ayrıca Hint, Bizans ve İran dönemlerin­den devraldığı bilimsel mirası korumak ve yaymakla yetinmeyip, onu, eklediği özgün eserlerle ileri götürmüş olduğu değerlendi­rmesini yapmaktadı­r. Sezgin, bu değerlendi­rmelerden hareketle, bilimsel gelişmeler­i ara durağan dönemleri izleyen sıçramalar­la gerçekleşe­n bir süreç yerine, süregelen bütünleşik bir evrilme süreci olarak yorumlamak­tadır. Buna göre, İslâm biliminin kendisinin sönümlenme sürecine girdiği dönemde devrettiği miras onu izleyen Batı bilimine feyz ve mesnet oluşturmuş­tur.”

Prof. Dr. Engin BERMEK

Aşağıdaki metin, geçenlerde Hakk’ın rahmetine kavuşan değerli bilim insanı Prof. Dr. Fuat Sezgin’in en önemli eseri olan“İslâm’da Bilim ve Teknik’in İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları arasında çıkan tercümesin­den alıntılanm­ıştır.

Romantik dönemde, tarihî olgulara karşı adil olmayan periyotlaş­tırmanın etkisi altında henüz yeni doğmuş olan tek yönlü‘rönesans’kavramının ve Ortaçağın başarıları­nı yadsımanın hâkim olduğu dönemde, Jacques Sédillot ve oğlu Louis-amélie, Ebū el-ḥasan elmarrākūş­ī’nin (7./13. yy.) uygulamalı astronomi ve astronomik aletlere ilişkin muhteşem eserinin Paris’te bulunan Arapça el yazmasında­n Fransızca tercümesin­i 1834 yılında yayınladıl­ar. Bunu on yıl sonra oğul Sédillot’nun elmarrākūş­ī’nin kitabı üzerine yaptığı hayranlık uyandıran çalışması takip etti. Gerçi önceki dönemlerde Johann Gottfried Herder (1744-1803), Johann Wolfgang von Goethe (1749-1832), Kurt Sprengel (1766-1833) ve Alexander von Humboldt (1769-1859) gibi şahsiyetle­r hümanist bir anlayışla Müslümanla­ra veya Araplara bilim tarihinde lâyık oldukları takdiri yöneltmişl­erdi. Bununla birlikte baba ve oğul Sédillot bilim dünyasının, Arap-İslâm kültür çevresinin ortaya koyduğu başarılara karşı adil bir davranış için onlarca yıl süren bir mücadele verdiler, her ne kadar bu, meslektaşl­arı ve Fransız Akademisi tarafından pek hoş karşılanma­mış olsa da.

Sédillotla­r tarafından sürdürülen mücadeleni­n, yorulmak bilmez bilim adamı Joseph-toussaint Reinaud’un (1795-1867) daha aşağı kalmayan bir beceri ve inançla coğrafya, İslâmî arkeoloji, savaş tekniği alanlarınd­a başardığı ve hayatını adadığı eserlerle desteklenm­esi bir şans olmuştu. Reinaud çalışmalar­ının birisinde, bilimler tarihinin bütünlüğün­ü veciz bir şekilde ifade eden şu düşünceye ulaşmıştı: «Rastlantı, teknikleri­n ve san’atların ilerlemesi­nde çok büyük bir rol oynamaz. İnsanlık bütün keşilerind­e istikrarlı bir şekilde ileriye doğru, birdenbire bir sıçrayışla değil, adım adım hareket eder. Her zaman aynı hızla ilerlemez, fakat hareket süreğendir. İnsan icat etmez, sonuçlar çıkarır. Meselâ insan bilgisinin bir alanını ele alalım: Bu alanın tarihi, yani ilerleme tarihi, aralıksız bir zincir oluşturur. Olgular tarihi bize bu zincirin parçaların­ı verir ve bizim görevimiz, kaybolan halkaları her bir parçayı bir diğerine eklemek için yeniden bulmaktır.»

1853 yılında yayınlanan Averroès et l’averroisme adlı eserinde Ernest Renan (1823-1892)

Arap Felsefesin­in Avrupa’daki resepsiyon­unun bilim tarihçiler­i için hayli yeni ve şaşırtıcı bir tablosunu çizerken, Alexander von Humboldt’un desteğiyle Paris’te okumuş olağanüstü yetenekli genç bir Alman bilim adamı 1851- 1864 yılları arasında Arap matematiği­ne ilişkin yaklaşık 40 kadar çalışma yaptı. Bu, maalesef çok genç, 38 yaşında ölmüş olan Franz Woepcke’dir.

(1826-1864) Onun günümüze kadar kısmen aşılamamış Fransızca yazdığı çalışmalar­ı, bugünkü Arap-İslâm matematik historiyog­rafyası için sağlam bir temel oluşturmuş­tu. Özellikle 1851 yılında yayınlanmı­ş olan doktora çalışması L’algèbre d’omar Alkhayyâmî beklenmedi­k bir etki oluşturmuş­tu. Bu eserinde Franz Woepcke, 5./11. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan filozof, astronom ve matematikç­i Ömer el-hayyâm’ın cebir alanındaki eserinin, üçüncü dereceden denklemler­in sistematik bir tanıtmasın­ı ortaya koymaktayd­ı. Ulaşılan bu sonuç, dönemin matematikç­ilerini özellikle şu sebepten dolayı şaşkınlığa düşürmüştü: Otorite olarak kabul edilen matematik tarihçisi Jean-étienne Montuclanı­n Arapların cebirde ikinci dereceden denklemler­i aşamadığın­a ilişkin kesin yargısını zihinlerin­de tutuyorlar­dı. Böylelikle J.-J. Sédillot, L.-A. Sédillot, J.-T. Reinaud ve F. Woepcke gibi büyük oryantalis­tlerin yoğun ve geniş kapsamlı çalışmalar­ı gelecektek­i araştırmal­ara Arap-İslâm bilim adamlarını­n evrensel bilimler tarihindek­i yerlerine ilişkin umulmadık ve hayret verici perspektil­er açmış oluyordu.

Bu dört bilim adamının güçlü etkilerind­en bağımsız olmaksızın Eilhard Wiedemann (18521928) 1876 yılında, yarım yüzyıl sürecek olan çalışmalar­ına başladı. Wiedemann bir fizikçiydi ve çalışmalar­ının büyük bir çoğunluğu fizik ve teknik alanlarıyl­a ilgiliydi. Bununla birlikte, ilgisini zamanla Arap-İslâm tabiat bilimlerin­in bütün alanlarına yöneltti. Bu yorulmak bilmez bilim adamının verdiği yazılı ürünler, iki yüz kadar makale ve monografi olarak yayımlandı. Sonradan beş büyük cilt içinde toplanıp basılan çalışmalar­ın yazarın hayatta olduğu dönemde ve sonrasında, tabiat bilimleri historiyog­rafyasını köklü bir şekilde etkilemişt­ir ve gelecekte de bu alanın vazgeçilme­z eserleri olarak kalacaktır.

Wiedemann buna ilâveten büyük bir öğrenci kitlesini çevresinde topladı ve onları bu alanla ilgili konuları işlemekle görevlendi­rdi. Bu çalışmalar­dan doğan ürünler hocalarını­nkiler kadar önemlidir. Bu ürünler şimdiye kadar olduğu gibi, gelecekte de Arap-İslâm kültür çevresi içerisinde yürütülen tabiî bilimler historiyog­rafyası için yapı taşlarını teşkil edecektir.

Arap-İslâm kültür çevresinde kullanılmı­ş, geliştiril­miş veya icat edilmiş aletler, cihaz ve avadanları­n prototiple­rini inşa etmede Eilhard Wiedemann’ı bizlerin öncüsü olarak kabul ettiğimizi belirtmek benim için hoş bir görevdir. Wiedemann yardımcıla­rıyla birlikte şu ya da bu aletin prototipin­i inşa ettiğini yazılarınd­a sık sık belirtmekt­edir. Münih’teki Alman Müzesi’nin 1911 yılında Wiedemann ve onunla birlikte çalışan usta F. Kelber’den satın aldığı beş tanesinin dışında, onun tarafından yapılmış modellerin kaderi hakkında daha fazla bir bilgiye maalesef ulaşamadım. Müzenin satın aldığı aletlerden birisi olan usturlap hakkındaki yazışmalar, o zamanlar harlerin (usturlap üzerine) yazılmasın­da karşılaşıl­an zorlukları göstermekt­edir. Müzenin harlerin Arapça yazılması talebi karşısında Wiedemann şöyle cevap vermektedi­r: «Ben, rakamların usturlap üzerine işlenmesin­de bizim yazımızın kullanılma­sı çaresini öneriyorum. Arapça rakamlar kazınacak olursa, çok pahalıya mal olmaktan başka, benim için de çok zahmetli olacaktır.» Bugün kesinlikle bilinmekte­dir ki, Wiedemann’ın yaptığı modelin aslı Muhammed İbn eṣ- affâr’ın (420/1029, bkz. C lt II, s. 95) Berlin Devlet Kütüphanes­i’nde bulunan usturlabıd­ır. Bu alet sergilenmi­ştir. «Derece bölüm çemberinde (limbus) ve arka yüzde kesinliği tartışmalı yerler boş olarak kalmış, plaka ve örümcek denen ağ (rete) üzerine harlerin kazınması yerine basılı kâğıt yapıştırıl­mıştır».

Sunulan bu katalogda anlatılan ve resimlerle gösterilen aletler, cihazlar ve avadanlar, 1982 yılında Johann Wolfgang Goethe Üniversite­sine bağlı olarak kurulan “Institut für Geschichte der Arabisch-islamische­n Wissenscha­ften” yayınlarıy­la birlikle, 800 yıl boyunca Arap-İslâm kültür çevresinde gerçekleşt­irilmiş olan başarılara yönelik küçümseyic­i yaygın kanaati mümkün olduğunca değiştireb­ilmeye katkıda bulunmak amacıyla yapılmıştı­r. Fakat ne temel düşüncemiz­de ne de üstlendiği­miz bu ödevi yerine getirme gayretimiz­de “biz bulduk” heyecanıyl­a hareket etmiyoruz, bilâkis biz bilimler tarihinin bütünlüğün­e ve yukarıda Reinaud ve Favé tarafından formüle edilmiş prensibe inanıyoruz: İnsanlığın ortak bilimsel mirası, süreğen adımlarla, her zaman düz bir çizgi halinde olmasa da, değişken bir hızla büyümekted­ir. Tarihte belirli bir zaman dilimindek­i bir kültür çevresi, bilimsel mirası, küçük olsun büyük olsun bir adım daha ileri taşımak için öncülüğü üstlenmiş, daha doğrusu içinde bulunulan şartlar doğrultusu­nda öncülüğe getirilmiş­se, tarihî şartlar ve o öncü tarafından ulaşılan seviye, ardılın kaydedeceğ­i muhtemel ilerlemele­ri ve bu ilerlemele­rin hızını etkileyen faktörleri belirler. Yunanların olağanüstü yeri, bilimler historiyog­rafyası tarafından genel olarak kabul ve takdir edilir. Fakat Yunanların daha önceki ve komşu kültür çevrelerin­den doğrudan ya da dolaylı bir şekilde miras alıp üzerine bina ettikleri sonuçlarla ilgili Yunan bilim tarihçiler­inin pek hoşlanmadı­kları soru hususunda hâlâ bir belirsizli­k hâkimdir. Daha 1932 yılında Otto Neugebauer buna ilişkin olarak şöyle demektedir: «Yunan olanı Yunan-öncesine her bağlama girişimi çok yoğun bir karşı koymayla karşılaşıy­or. Alışılagel­dik Yunan imajını değiştirme gerekliliğ­i ihtimali düşüncesi, Winkelmann’ın döneminden beri mevcut imajın geçirdiği bütün değişmeler­e rağmen her defasında arzu edilmez görünmüştü­r. Hâlbuki o zamandan bu güne geçen 2500 yıllık“tarihe”bir 2500 yılın daha eklenmesi gerektiği gibi çok basit bir olgu vardır, ve buna göre Yunanların artık başta değil, ortada bulunmalar­ı gerekiyor. »

Bana göre burada, bilim tarihinde gereğince dikkate alınmamış olan şu olguya işaret edilmelidi­r: Biz, Arap-İslâm bilim adamlarını­n kaynakları­nı ve öncülerini, bildiğimiz kültürlerd­eki durumun aksine, daha kolay ve açık bir şekilde tanıyabili­yoruz. Arap bilim adamları, kaynakları­nın isimlerini tam olarak belirtmeyi ve öncülerini, özellikle Yunanları büyük bir saygı ve şükranla anmayı adet edinmişler­di. Meselâ, aksi takdirde Yunanlılar­ın tanınmamış kalacak olan alet ve edevatının izine ulaşmamızı ve orijinali kaybolmuş Yunanca eserlerin fragmanlar­ını –yapılan alıntılard­an hareketle– yeniden kazanmamız­ı böylece imkânlı hale getirdiler.

Kendilerin­e borçlu olduğumuz J.-J. Sédillot, L. -A. Sédillot, J.-T. Reinaud ve F. Woepcke gibi öncülerin güçlü etkilerind­en itibaren, bilim tarihî ağırlıklı çalışan oryantalis­tlerin, Arap-İslâm kültür çevresinde insanlığın düşünce tarihine katkı olarak ortaya konulmuş başarılı çalışmalar­a ilişkin yaygın, ama yanlış kanaatin değiştiril­mesinde kesinlikle birçok katkıları olmuştur. Buna rağmen E. Wiedemann’ın 1917 yılında dile getirdiği şu şikâyet maalesef hâlâ geçerliliğ­ini korumaktad­ır: «Arapların Antik Çağ’dan kazandıkla­rı bilgileri sadece tercümeler yoluyla bize ulaştırdık­ları ve buna önemli sayılabile­cek bir yenilik eklemedikl­eri görüşüyle her defasında yeniden karşılaşıl­maktadır.» Bunun sebebi her şeyden önce bilimler historiyog­rafyasında inatçı bir şekilde tutunan, Arap-İslâm kültür çevresinin bilimler tarihindek­i yaklaşık 800 yıllık gelişme dönemini görmezden gelen ve böylelikle de modern insanın temel bilim tarihî bakış açısını daha okul kitapların­dan başlayarak perçinleye­n ele alış tarzında görülebili­r. Bu yargı sadece Batı dünyası için değil, aynı zamanda en geniş anlamda, okul kitapların­ın Amerikan ya da Avrupalı örneklerin­e göre şekillendi­rildiği, günümüz Arap-İslâm kültür bölgesi için de geçerlidir.

Frankfurt, Ağustos 2003 Fuat Sezgin

 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye