KİRAZLI MESCİD
Süleymaniye semti, Kirazlı Mescid Sokaktaki, meşhur dershanede hiç kalmış değildim. Kader beni oraya, Kirazlı Mescid’e doğru sevk ediyordu. Eski muhitte arkadaşlık zemini de, iş de bulamamıştım. Süleymaniye’ye yönelmem gerekiyordu. Risale-i Nur, fıtratım icabı hayatımı adamaya değecek kudsiyete sahip tek şeydi. İstediğim ve beklediğim etki üzerimde gerçekleştiğinden, Kirazlı Mescid’i, hayatımı Risale-i Nur’a vakfetme tasavvuruma yönelik bir mekân olarak değerlendiriyordum. Risale-i Nur’a yönelik bu değerlendirmelerime ışık tutacak birkaç hatırayı kaydetmek istiyorum:
Biri Vesvese Bahsi ile ilgili:
Dindar bir ailenin çocuğu olduğumu daha önce de ifade etmiştim. Anormal bazı hareketlerim, böyle bir ailenin çocuğuna yakışmayacak hayat tarzım olsa da aldığım terbiye, içimdeki iman kırıntıları yaptığımın ve gidişatımın yanlış olduğunu bana ihtar ediyordu. İyi olmak ve tekrar dinî hayatın içine girmek için karar veriyordum. Böylece namazlarımı kılmaya gayret ediyor ve zaman zaman camiye gidiyordum. Fakat vaazlarda veya hutbede, namazın safî kalple kılınması lâzım geldiğini tekrarlıyordu Hocalar.“öyle çıfıt çarşısı gibi kalple Allah’ın huzuruna durulmaz. Hayaliniz bir takım kötü şeylerle meşgulken kılınan namaz, namaz değildir. Kalbinizi temizlemeden namaza durmamalısınız”diye nasihat ediyorlardı. Hoca tam da beni tarif ediyordu. Hiç olmayacak şeyler, namazda hayalime geliyordu. O zaman hocanın dediği ölçülere göre namazım, namaz olmuyordu. Kalbimi temizleyemediğim için,“öyle ise niye kılayım?”vesvesesi ile namazı terk ediyordum. Risale-i Nur’daki Vesvese Bahsini okuduğumda,“meğer şeytana ne kadar maskara olmuş, ne kadar oyununa gelmişim?”diye kendi kendime gülmeden edememiştim.
Bir diğeri de, İhlâs düsturları ile ilgili:
Daha önce belirttiğim gibi, eniştem de, babam da hoca idi. Hem ilim sahibiydiler, hem de hafızlıkları vardı. Akrabalarımdan bir kısmı da, yine dindardı. Yani, dindar çevrelerle bağlantım vardı. Bu yüzden dindar çevreler arasındaki ilişkileri yakından takip edebiliyordum. Gördüğüm, aralarında sürekli sürtüşmeler olduğuydu.
Bu durum ve hocalarla ehl-i ilim arasındaki anlamsız çekişmeler beni çok fazla rahatsız ediyordu. Ben de üzerlerine, âdeta“ateşe benzin sıkarcasına, yangına körükle gidercesine” gidiyordum. İçinde bulundukları durumu “Nasıl olur bu? Müslümanlıkta var mı?”diye tenkit ediyordum. Sonradan İhlâs Risalesi’ni okuyunca, bu kadar telâşlanmaya gerek olmadığını; herkesin sadece kendi mesleğinin muhabbeti ile hareket etmesi durumunda meslek ve meşrep farklılıklarından rahatsızlık duyulmasına gerek olmadığını anladım.
Bu iki örnekte olduğu gibi, Risale-i Nur beni, âdeta yeniden şekillendirdi, canlandırdı ve bana yeniden hayat verdi.
Bir insanın ağrı, sızısı, ıztırabı olduğunu düşünün. Onu teskin edecek, düzeltecek, iyi edecek ilâcı kullandığı zaman, o şifadan gelen ne kadar huzur, rahatlık, haz ve lezzet varsa, Risale-i Nur’u okurken bu hazzı, bu lezzeti hissediyordum. Âdeta, ayaklarım yerden kesiliyor, uçuyordum. Bunun için de çok okuyordum. Mübalâğasız, hele ilk zamanlarda dört beş sene günde on altı saatten aşağı düşmemek kaydıyla hep Risale-i Nur okudum. Arabada, yolda okuyabilirsem okurdum. Nereye gitsem elimde, cebimde, çantamda Risale-i Nur taşırdım. Yutarcasına, ezberlercesine Risale-i Nur okurdum. Risale-i Nur metinlerinin çoğunu, kimisini aynen, kimisini anlam olarak ezberlemiştim.