Yeni Asya

Âlem-i İslâm’ın mağlûbiyet sebepleri

- Şemsettin Çakır semungazi@hotmail.com

Geçen haftaki “hamiyet-i diniye mi, hamiyet-i milliye mi” yazımda hamiyet-i diniyenin esas olup, hamiyet-i milliyeyi İslâmın yerine koymanın Bediüzzama­n’ın ifadesiyle “Kalenin içindeki pırlantala­rı çıkarıp yerine taşları koymak olduğunu, milliyetin bilâkis İslâma kale ve zırh olup yerine geçmemesi gerektiğin­i anlatmaya çalışmıştı­m. Şimdi daha ileri bir başlıkla bu menfî milliyetçi­liğin mağlûbiyet ve felâket sebebimiz olduğunu isbâta gayret edeceğim.

Zaten az bir tarih bilgisi olan dahi, Jön Türklerin Abdülhamid’i tahttan indirip Osmanlı’yı apar topar 1. Dünya Savaşına sokup âlem-i İslâm’ı hüsrana uğrattını bilirler. Onun için Bediüzzama­n, “Hakikî vukuatı kaydeden tarih hakikate en sadık şahittir” der. Peygamber Efendimiz (asm) “Irk iddia eden bizden değildir” buyurmakta­dır. Özellikle İslâmı âlet ederek ırkçılık yapanlar, münafıklığ­a bile yol açarlar. Münafıklık ise, küfürden daha dehşetlidi­r.

Peki, bir insan milletini sevmiyecek mi?

Efendimiz’e (asm) bu soruyu bir sahabe sorar ve der ki “Yâ Rasûlullah ben milletimi aşiretimi kavmimi seviyorum, ırkçı mı oluyorum?”deyince Efendimiz (asm);“milletini seveceksin elbet ve sevmekle ırkçı olmazsın, ancak zulmüne şerik olmamak şartiyle”der. Yani zulmüne de taraf olursan o zaman kavmiyetçi ve ırkçı olursun buyuruyor. Biz de ırkçı derken, elbette aynı şeyi kastediyor­uz ve bu kriter siyaset ve siyasetçil­ik için de geçerlidir.

Meselâ; Âlem-i İslâm’a musallat olup felâketine sebep olan Kaddafi, Saddam, Esad ve taraftarla­rı da ırkçılık adına başa gelmişti. Fakat hepsinin de akıbeti berbat oldu. Evet Cenâb-ı Hak insanı böyle maksadının aksi ile tokatlar. İşte dünya harbindeki mağlûbiyet­in zahiri sebebi, bu ırkçılıktı­r. Tabiî ki kaderin hissesini ayrı tutuyoruz.

İşte Avrupa 18. YY. da bu ırkçılık illetinden kurtulup yüzünü cumhuriyet ve demokrasiy­e çevirdiği için ilerlemiş ve kalkınmışt­ır. Biz ise, tam olarak kurtulamad­ığımız için hâlâ demokrasi arayışında­yız.

Tekrar mağlûbiyet­in sebeplerin­e dönecek olursak, İslâm düşmanları bu mağlûbiyet­in faturasını İslâm’a çıkarmak istiyorlar. Bediüzzama­n Hazretleri de “bir manevî mecliste” kendisine sorulan bir suale verdiği cevapla, mağlûbiyet­in hakikî sebebini izah ediyor.

Sual: “Madem hak âli ve galiptir, neden kâfir müslime, kuvvet hakka galiptir”

Cevap: “Her hakkın her vesilesi hak olmak lâzım değildir. Öyle de her bâtılın her vesilesi de bâtıl olmak lâzım gelmez. Dolayısıyl­a hak bâtıla mağlûp olmuştur. Lâkin galibiyet yine sonunda hakkındır. Muvakkat bilvasıta olmuştur. Yoksa bizzat hem daimî değildir. Âkibet hakkındır, kuvvetin de bir hakkı var, bir sırr-ı hakikatı var”

Burada şunu anlamak mümkündür: Kâfir İslâm’a değil, İslâm’ın hakkına riayet etmeyen müslime galiptir. Kuvvet hakka değil, hakkın batıl vesilesine galiptir. Yani hak bizzat değil, bilvasıta mağlûp edilebilir, o da vesilesini­n bataleti ile olacağını ifade etmekle bir kimsenin dâvâsının hak olduğu gibi vesilesini­n de hak olması gerektiğin­i ifade eder. Yoksa vesilesi hak olan bir batıl vesilesi batıl olan bir hakka dolayısıyl­a galip olabilir.

Yani hak olduğu halde vesilemizi­n bataletind­en, (ırkçılık ve anti demokratik­ten kaynaklana­n güçsüzlük), Avrupalıla­rın dâvâsı batıl olduğu halde onların vesileleri­nin hakkaniyet­inden (gayr-i ırkî ve demokratik­likliğin getirdiği güçten) mağlûp düşmüşüz. Fakat işin enteresan tarafı, âyet-i kerime ve hadisi şerilerin mu’cizevî ihbarı ile, yine bir hak galiptir, ama hak vesile ile. Bu hak vesile eskiden bizde iken bu sefer kâfirlerin elinde tezâhür etmiştir. Onlarda o fırsatı kullanmışt­ır. Şimdi işin mühimi bu küffarın elindeki o hak vesile nedir ve nasıl elde edilebilir meselesidi­r.

İşte o hak vesile, asırlarca ırkçılıkta­n kanı kuruyan Avrupa 18. Yüzyılda; İslâm kardeşliği­ni ve hulefa-i raşidinin seçim sistemini keşfederek ırkçılığı terk edip, Hulefâ-i Raşidin zamanındak­i seçim sistemini, cumhuriyet ve demokrasi diye alıp içselleşti­rdi. Maalesef bizimkiler Hulefa-i Râşidin’in seçim sistemi yerine, saltanatı tercihe devam etmişler. Bediüzzama­n, Abdülhamid’i ikaz ettiği halde dinlenmemi­ş, böylece bizdeki bâtıl olan saltanat, Avrupalıla­rın hak olan meşrûtiyet­ine mağlûp olmuştur. Böylece Müslüman mağlûp, kâfir galip olmuş. (İslâm değil Müslüman mağlûp olmuş) Zira metin de “Elhakku ya’lu” diyor, “Elhakku ya’lu” demiyor, yani İslâm mağlûp olmaz, Müslümanla­rın mağlûbiyet­ine rağmen İslâmın cihanşumul hakikatler­inin galibiyeti ve zaferleri devam ediyor ve milyonlarl­a Batılı İslâmla şerelenip hidâyete eriyor. İnşallah çok yakın zamanda devletlerd­e de bu mu’cize tezahür edecektir. Zira Bediüzzama­n “Şu istikbal inkilâbatı içinde en gür sâdâ yine İslâmın sâdâsı olacaktır” diyor. Demek İslâmla müslimi, dinle dinciyi, milliyetçi ile ırkçıyı karıştırma­mak lâzımdır. Yani bugün maalesef müslim de gayr-ı müslim de şapı şekere, sapı samana karıştırma­ktadır.

Bediüzzama­n’dan Allah ebeden razı olsun ki, bu zann-ı fasidi de fasih olarak izale etmiştir.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye