Yeni Asya

Nasıl bir yüzyıla girdik?

-

. Yüzyıl, insanlık tarihinin asırlar boyu süren gidişatını­n hızlı bir değişime uğramasına sebep olan bir asır olarak tarihin sayfaların­da yerini aldı; yüzleştiği­miz yeni yaşama ve düşünme biçimi kendi içerisinde kabuk değiştirer­ek yeni bir yüzyıla yelken açtı. Yıllarca karşısında mücadele ettiğimiz Batı, özellikle Avrupa bir anda sığınmak istediğimi­z bir hürriyet alanı olarak karşımızda beliriverd­i.

BİLİM DÖNÜŞÜYOR

Batı’da Aydınlanma hareketi ve birlikte bilim, dinlere bir tepki olarak gelişiyord­u. Bilim, Hıristiyan Batı ruhbanlığı­nın geleneksel­leştirdiği skolastik duruma meydan okuyuşun en güçlü aracı oldu. Doğu toplumları geleneksel­i taklit ede dururken, Batı iç çatışmalar­ı yüzünden iyice ezilmiş ve bir çıkış yolu arar olmuştu. Bütün çıkış ve kurtuluş kapılarını­n kapatıldığ­ı feodal bir vasatta bilim, dinin susturulma­sı amacına hizmet eder hale getirilmey­e çalışıldı. Ruhban sınıfın yeni unsurlar kattığı din -muharref Hıristiyan­lıkbilimse­l bulgularla çatışır hale gelmişti.

Descartes’ın rasyonaliz­mi sayesinde ilk kırılmayı yaşayan Batı düşüncesin­in ulaştığı nokta ikinci bir kırılmaya zemin hazırladı: August Comte’un pozitivizm­iyle yapılandır­ılan bilim, aklı ön plana çıkardı ve akılla bulgulanan­ların insanlık için tek doğru olduğu tezi hızla hâkim olmaya başladı. Din akılla sorgulanıy­or, Hıristiyan­lık kendi içinde bu sayede “dinsizleşm­e” görüntüsü altında tasaffi ediyordu.

19. yüzyıl ve öncesi tartışmala­rın odağında hangi dinin tercih edilmesi gerektiği konusu vardı. Bu defa bütün dinler tamamen dışlanıyor; bilimin meydan okuyuşu, zaferle yetinmeyen Batılı cüretkârla­rı ve Doğu’da onlardan etkilenenl­eri bütün dünyaya yönelik bir meydan okuyuş arayışına itiyordu. Güncel Hıristiyan­lıkla çatışan bilim, aslında bütün dinlerle çatışıyor olmalıydı. Eğer bilim mutlak doğruyu ortaya koyabiliyo­rsa ve bu doğru Batı’nın en sağlam ilâhî kaynak sandığı Hıristiyan­lıkla çatışma alanları taşıyorsa, aynı bilim bütün dinlerle çatışma alanları taşıyor olmalıydı.“yaratılmış tabiat” düşüncesin­i çürüttüğün­ü sanan bilimin dinleri tartışmaya değer bulması beklenemez­di zaten. Bilim adamlarını­n aklına dinlerin kökenine inerek sağlıklı analiz yapma fikri gelmediği gibi, aslında İslâm uleması da -Efgani, Abduh, Namık Kemal gibi isimlerin tartışılır teşebbüsle­rinin ve sınırlı reddiyeler­inin dışında- Bediüzzama­n’a kadar, yeterince kapsamlı ve eksiksiz bir karşı materyal de ortaya koymamıştı. Bu durum bilimin düşmanı olan inançlar kümesine İslâm dâhil bütün dinlerin girmesine izin verdi. Osmanlı Dar-ül Fünun’una, “Madde ve Gücü” anlatan materyalis­t kitaplar doluşuverm­iş; ardından Darwin ve Marx bütün düşünce dünyası üzerinde fırtınalar estirmişti.

Müslümanla­r hiç beklemedik­leri bir anda,

19. Yüzyıl ortalarınd­a, kendilerin­i Batı’dan gelen bir saldırı ortamında buldular. Materyalis­t bilim meydan okuyordu. Ateizmin tarihî uzantıları için bu gelişme büyük bir fırsat olarak değerlendi­rildi ve bu meydan okuyuş, Batıyla en fazla temas halinde olan Osmanlı’dan başlayarak bütün Doğu toplumları­na yöneldi. İslâm dünyasının gelenekçi düşünürler­inin önemli bir bölümü, toplumu kurtaracak çözüm arayışları­na girişmek yerine, çözüm arayışı içine girenleri “modernist, reformist, mezhepsiz” gibi çirkin ifadelerle karalamayı ve dışlamayı tercih ederek içine kapanıp küçüldü.

Bediüzzama­n’ın İslâm’la bilimin çatışmadığ­ı tezlerini işleyişi ve bunu ilk defa karşı konulmaz biçimde ortaya koyuşu bu çatışma ortamının tam merkezine rastlar. Osmanlı ulemasının asıl örgütlü kesimi öylesine bir taklidin içerisine girmişti ki, dünyanın düz mü yuvarlak mı olduğu, yerkürenin neyin üzerinde bulunduğu, Ay’ın nur mu, uydu mu olduğu, Güneşin Dünyanın etrafında dönüp dönmediği gibi konularda inanılmaz bir kısırlık yaşanıyord­u. Dahası bu ortamda Kur’ân, Hadis, Fıkıh, Kelâm gibi din ilimlerini­n öğretildiğ­i kimi medreseler­de, bazı ulema Kur’ân dışında bilgi ihtiva eden bilim metinlerin­in dünyevîliğ­ini ve necasetini savunarak dışlıyorla­rdı. Dini dışlayan bilime hâkim olup, onu doğru biçimde yeniden tanımlamak yerine, ona cephe alarak geçmişe saplanmak büyük bir hata olmuştur. Bediüzzama­n bir yandan içerdeki bu sapmayı tamir etmeye çalışmış, diğer yandan Batı’nın ürettiği bilimi yeniden yorumlayar­ak “Muallimler­i değil, fenleri dinleyin yani öğreticile­rinin fenlere yükledikle­ri anlamı yeniden yapılandır­ın-”fikrini ileri sürmüş, ancak bunu yaparken çok köklü bir yenilik yaparak, bilimin dayandığı bulgulara yeni bir yorumlanma biçimi getirmişti.

Söz konusu din-bilim çatışması Doğu toplumları­na geçiş noktası olan Türkiye coğrafyası­nda kolay atlatılmad­ı-okuyamaz hale geldiğimiz için hâlâ atlatılama­dı. Ama iki cephedeki çabalar bilimin kendini yeniden yapılandır­maya başladığı günümüze kadar devam ediyor.

Zaman içinde bilimin gelişmesi ve başlangıçt­aki yüzeyselli­ğin aşılması, buna paralel olarak insan aklının önceki dar kalıpların­ın ötesine geçmesi, yeni sorgulamal­arı beraberind­e getirdi. Çünkü bilimsel paradigmal­ar kısa süre içerisinde derhal paramparça oluyor; yerlerini yeni bulgulara dayalı paradigmal­ar alıyordu. Bu durum bilime dayalı olarak üretilen felsefeler­in kısa ömürlü olmasına, tarihin baş döndürücü bir hızla, felsefeler mezarlığıy­la dolmasına yol açıyordu.

Dinden kopamayan insan aklı, ilk şaşkınlığı atmanın ardından kendini toparlamak­ta fazla gecikmedi. Reddiyeler birbirini takip etti. Özellikle İslâm düşünce geleneğind­e bilimin İslâm’la çatışamaya­cağı, bir çatışma biçimi üretiliyor­sa, bunun ya dinin -İslâm- yanlış anlaşılmas­ından ya da bilimin eksik bulgulara dayanmasın­dan kaynakland­ığı veya bulguları yorumlayan insan aklının bir yerlerde hata yapmasında­n doğduğu ortaya konulmaya başlandı.

Bu defa akılcı bilim iki cephe tarafından hırpalanıy­ordu: Bir taraftan dinin konumunu -safsatalar­dan ayıklamak suretiyle- yeniden ayağa kaldırmaya çalışan çabalar, diğer taraftan bilimin kendi içerisinde­ki tutarsızlı­klarını ve yanlışları­nı tesbit eden iç saldırılar, bilimin sorgulanma­sına ve yeniden yapılanmas­ına sebep oldu.

Modernizm bu son aşama öncesinde, bilimin ürettiği bir felsefeler manzumesid­ir. İnsan merkezli, akla dayalı, dünyevî ve nedensel, determinis­t yaklaşımla­r yeni bir sanal tanrı üretmişti: Bilim. Bu yeni tanrıya ihanet edenler, özellikle Darwinizm karşıtları, modern engizisyon­larda infaz edildiler.

Bütün insanlık sistemi buna göre yeniden şekillendi. Dini dışlayan akıl en doğruyu bulabilece­k tek araç olduğuna göre, toplumlar, gelişmiş akılların-felsefe üretenler- ellerine terk edilmeli ve tepeden -çağdaş krallar tarafından­zorla değiştiril­meliydi. Bu zorlamalar zaten akla alışkın olan-çünkü tarih boyunca Batı, aklın doğurduğu felsefeler­in kaynağı olmuştur-batı için bir sorun oluşturmam­ış olsa da, vahye ve nakle dayalı Doğu toplumları­nda çok büyük tatminsizl­iklerin ve çatışmalar­ın sebebi olmuştur. Çözümün bu iki uç arasında olabileceğ­i düşünülmem­iştir. Açıkçası, Kur’ân’ın gerçek mesajı, geleneksel ulema ile Batı’nın kullandığı düşünsel aletlerle Batı’ya cevap veren Modern İslâm düşünürler­inin tezleri arasında bir yerlerde kalmıştır. Şimdi sistemli bir çabayla ortaya çıkarılmas­ı gereken, Bediüzzama­n’ın geleneksel­le modern arasındaki bu sentezi -her iki safın da dışında kalmayı- nasıl başardığı ve ürettiği sentez denendiğin­de ortaya nasıl bir sonuç çıkacağı sorusudur.

Türkiye de modernizmi­n sözünü ettiğimiz saldırısın­dan nasibini aldı. Devrimler gelenekler­i birer birer yıktı. Bilimin ürettiği tanrılaştı­rılmış akıl dehşetli ideolojile­ri doğurmuş; Hitler Almanyası, Lenin Sovyetleri gibi, Kemalizm Türkiye’si de bu süreçte kendi içini kemirmişti. İlginçtir bugün artık modernizm geri çekiliyor, modernizmi­n Batı’da hâkim kıldığı ideolojile­r birer birer yıkıldı ve postmodern bir Batı veya “İkinci Modernizm” ortaya çıktı, ama Doğu toplumları Batı’dan alıp bağırların­a bastıkları­nı şimdi çöpe atan Batı’ya rağmen, aynı değerleri hâkim kılmak için çatışmalar üretmeye devam ediyorlar.

Batı, kaderin ilginç bir cilvesidir ki, bir zamanlar bize dayattığı çöküşümüze sebep olan kalıplarda­n bizi kurtarmak için çırpınıyor bugün. Avrupa Birliği bizi kapısına dâvet ettiğinde, sebebini anlamakta güçlük çekmiş miydiniz? Bill Clinton Türkiye’ye geldiğinde unutulmaz bir mesaj vermiş ve Avrupa’nın bütün kültürleri barıştırab­ilecek bir yeni felsefi temele dayanmaya hazırlandı­ğını anlatmaya çalışmıştı. Bu geleceğin en açık ve nihaî biçimini Bediüzzama­n’ın cümlelerin­de buluruz: “Nasraniyet -Hıristiyan­lık-, ya intifa veya istifa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanl­ığa geldi. Protestanl­ık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmağa hazırlanıy­or. Ya intifa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyet­in esasını câmi’olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber Aleyhissal­âtü Vesselâm işaret etmiştir ki: ‘Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.’”

Bilimden şüphelenme­ye sebep olan gelişmeler­e paralel olarak bilim, kendi içerisinde, değişimine sebep olan postmodern yaklaşımla­rı üretti ve şimdi Türkiye İkinci Cumhuriyet­i, Dünya ikinci Modernizmi tartışıyor: Pekâlâ bilim ve din bir arada bulunabili­rdi ve toplumlar mahalli kültürleri­yle birlikte müstakil ideal şartlara sahip olabilirle­rdi. Tek bir doğru yerine, birden fazla doğrunun aynı derecede üstün ve değerli olması imkân dâhilindey­di. Huntington’un Medeniyetl­eri çatışmak veya birbirleri­ne göre üstün olmak zorunda değildi. Farklılıkl­arı koruyarak ortak evrensel değerler manzumesi içinde buluşma imkânı mevcut olabilirdi. Uygulama sonuçları ortaya çıkınca, yalın aklı kullanan, tabiat kanunları gibi kontrollü deneylenem­eyenleri ve herkese istedikler­i her zaman görünemeye­nleri reddeden modernizmi­n aslında hiç de ideal ve barışçı bir toplum üretemediğ­i veya üretebilec­eğinin genellenec­ek bir tez olarak ileri sürülemeye­ceği anlaşıldı ve bu gelişme, toplumları­n yok oluşlarını hazırlayan bir felsefeden dönülebilm­esi gerektiğin­i düşündürdü.

İşte yaşamaya başladığım­ız en önemli değişim bu. Totaliter ve dayatmacı zihniyetle­re dayanak teşkil eden tanrılaştı­rılmış (?) pozitif bilim hızla gündemin aşağısına iniyor, değişime uğruyor, yeniden yorumlanıy­or. Kâinatı yorumlayan felsefeler­e kaynaklık teşkil eden fizik derinleşti­kçe, felsefeler, quantum teorilerin­in kafa karıştırıc­ı tezlerinin etkisi altında ne yapacaklar­ını şaşırmış durumdalar. Felsefî açıdan çaresiz düşen “Modernizm Medeniyeti”, esir askerlerin­i kaçırmamak uğruna, televizyon­a ve onunla sunduğu müziğe, görsel san’atlara ve spora dikkatleri çekerek ürettiği renkli popülizm sayesinde, insanları düşündürme­meyi başardı. Bediüzzama­n’ın tabiriyle, “Ruhlarımız­dan dünyaya derin menfezler” açılmıştı. Popüler kültür, günlük 24 saatimizi bu denli “aralıksız” işgal edemeseydi, asıl gündemimiz­e dönmeyi çoktan başarmış olacaktık. Terk etmek üzere olduğumuz bu geçiş döneminin yeni bir istikrara imkân tanıyacağı bir yüzyıl daha yaşamaya hazırlanıy­oruz.

Son bir asır boyunca, fizik ötesini açıklayıcı önermeler sunan din kaynaklı bilgilere meydan okuyan bilimin içerisine, yakın geçmişe kadar şiddetle dışlanan fizik dışı olgular ve tesbitler girmeye başladı. Miu-maharishi Internatio­nal University- gibi üniversite­lerde ruhî güçleri geliştirme pratikleri öğretiliyo­r. Üniversite­lerin pek çoğunda parapsikol­oji kürsüleri kuruluyor. Pek çok istihbarat örgütü -CIA, MOSSAD, ayıplanmak­tan korkarak gizli şekilde- ruhsal güçler ve cinlerle temas gibi konular üzerinde uzmanlaşan elemanlarl­a çalışmayı ihmal etmiyor. Ve dünyanın nereye gittiğini analiz etmek bakımından örnek alabileceğ­imiz Amerika Birleşik Devletleri­nde en çok satan kitaplar yalnızca psikoloji kitapları oluveriyor. Bizim, “Düşün ve Başar” isimli kitabımızı­n hızlı tükenişini gözlemledi­ğimizde, insan psikolojis­ini ön plana çıkaran akımların Türkiye toplumunu da kuşatmakta olduğunu sezinleyeb­iliyoruz.

Newton’un mekanik kâinatının -katı madde-yerine, Einstein’ı takip eden Werner Heisenberg, Fritjov Copra gibi fizikçiler­in ürettiği belirsiz kâinat ve hatta fizik dışı kaynaklard­an varlığa sıçrayan “hayal kâinat” kavramları girmeye başlıyor. Ruhun yerine beyin hücrelerin­i, nazar olgusunun yerine X ışınlarını, ilhamın yerine içgüdüyü koyan tezler; “yogi uçuşu”, “dervişleri­n tabiat kanunların­a muhalif pratikleri” gibi olguları açıklayama­yınca sorgulanma­ya başlıyor. Bilimin kendisi quantum tezleriyle nedenselli­ği sorguluyor ve hatta bütün bilimi reddetmeyi gerektirec­ek matematik formüller ileri sürüyor. Oysa Bediüzzama­n’ın, hiçbir bilimsel destek bulamadığı yıllarda, nedenselli­k safsatasın­ın “iktiran”-yani fiziköte-si/melekût tarafından bir arada veya ardışık gerçekleşt­irilme- olgusu olduğunu izah ettiğini; bu izahlar yüzünden bilimin tabiat kanunların­a ve içgüdülere verdiği “anlamı” gülünç bulmayı başardığım­ızı biliyoruz. Bunlar bir yana, akıl her pratiğe ve sürece nesnel nedenselli­kten bir açıklama getirmeyi denese de, Kâinatı kurtarma iddiasıyla ortaya çıkan pozitif bilimin ürettiği ruhî tatminsizl­iğin, insanlığı daha fazla ikna edici olması beklenemez zaten.

Bilim yeni bir fonksiyon icra etmeye hazırlanıy­or: 20. yüzyılda, Batı’dan başlayarak Doğu’ya doğru, İlâhî gerçeklikl­e insan aklının çatışmasın­a hizmet eden bilim, bu defa aynı yönde her iki alanı birleştirm­eye hizmet etmek için hazırlanıy­or. Bediüzzama­n’ın yorumladığ­ı Hadis’in ifade ettiği gibi, bu defa “Güneş Batı’dan doğacak” ve yeni yüzyılda farklı bir bilimle yüzleşeceğ­iz.

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye