Biz büyüdük, oyun bozuldu
Yaşımız kaç olursa olsun bir yanımız hep çocuk kalıyor. “Biz göğü, yeri ve aralarında olan varlıkları oyuncak olsun diye yaratmadık,” dese de Yaradan “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir… İyi bilin ki dünya hayatı, bir oyundur, bir oyalanmadır, bir süstür. Kendi aranızda karşılıklı övünme, mal ve nesli çoğaltma yarışıdır,” sözlerine takılıp kalıyor insan.
“Çocuklar, âhiret imanıyla insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidadlarını taşıyabilirler. Yoksa elîm endişeler içinde, kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukça oyuncaklarıyla, haylaz bir hayatla yaşayacak,” dese de Bediüzzaman, insan çoğu kere bildiğini okuyor, sonuçta Denizli Hapsi’nde “haylazlık” yapan Feyzi gibi şefkat tokatları yiyor.
BİZ BÜYÜDÜK, BÜYÜ BOZULDU, BOZULDUK
Evet, dünya oyun ve oyalanmadır. İnsan arzuları sonsuz, nârin ve nazik bir çocuktur. Oyuncaklar çocukluğumuzun şahididir. Oyuncak çocuğun en yakın arkadaşıdır. En özel hallerini onunla paylaşır. En çocuksu yanlarını ona açar. Özlemlerini, umutlarını, acılarını, kaygılarını onunla gidermeye çalışır. Kayıp oyuncağını yıllar sonra bulduğundaki sevincini hatırla, ne demek istediğimi anlayacaksın.
Bizim çocukluğumuzda el yapımı oyuncaklar vardı. Onlarla konuşur, dertleşirdik. Biz büyüdük, kirlendik, çocukluğumuzu yitirdik, bozulduk. Teknoloji gelişti, insan gibi konuşan oyuncaklar icat edildi. Dinleyen bebekler gitti, söyleyenleri geldi. Çocuklar sustu, oyuncaklar konuşmaya başladı. Oyuncaklar çocuklara hükmeder oldu. O gün bu gündür kendimizi başkasının yerine koyamıyoruz, hakkını savunamıyoruz.
Ne kadar büyürse büyüsün insanın bir yanı hep çocuk kalıyor. Büyüyünce de oyuncaklara ihtiyaç duyuyor. Bebeğin yerini cep telefonu, at arabasının yerini Mercedes doldurmuyor. Büyüyünce dostlarımız oyuncaklarımız oluyor. Hazıra alıştık, sabırsızlaştık. Çocukken oyuncaklara ayırdığımız zamanı büyüyünce sevdiklerimize ayırmıyoruz. Oyuncaklarımızın gönlünü almak için gösterdiğimiz çabayı sevdiklerimizden esirgiyoruz. Fedakâr değiliz, küçük zahmetlerin arkasındaki rahmetleri, minik acıların arkasındaki devasa mutlulukları göremiyoruz. Rabbimizim bizlere verdiği en güzel oyuncaklar olan çocuklarımızla meşgul olmak zor geliyor, çocuk istemiyoruz; kedi, köpekle idare ediyoruz.
Tahta oyuncaklar gitti, plastikleri geldi. Tahta gibi sağlam dostluklar gitti, menfaati için eğilip bükülen sözde dostluklar geldi. Bize tatlı tatlı naz yapan oyuncaklarımız gitti, başımızı ağrıtan oyuncaklar geldi. Gönlümüzü almak için en tabiî halleriyle hep yanımızda, yöremizde olan dostlarımız gitti; hep konuşan, eleştiren, derdimize dert katan kıskanç insanlar geldi.
Eskiden az oyuncağımız vardı, ama çok mutluyduk. Oyuncağımız bozulunca atmazdık, tamir eder, oynamaya devam ederdik. Arkadaşımızın kalbini kırınca özür diler, en değerli oyuncağımızı hediye ederek kalbini tamir ederdik. Kaybetmekten korkardık, oyuncağımızı sandıkta, arkadaşlarımızı kalbimizde saklardık. Şimdi paramız çok, her şeyi tüketiyoruz, harcıyoruz. Modern oyuncaklarımız olan telefonumuz, arabamız bozulunca tamir ettirmek yerine yenisi alıyoruz. Dostumuzla aramız bozulunca özür dileyerek tamir etmek yerine yenisini arıyoruz. Oyuncaklar parayla alınıyor da dostlar alınmıyor.
GERÇEK DOST EBEDÎ OYUNCAKTIR
Gerçek dost oyuncaktır, insanı çocukluğuna götürür. Bütün dostlar unutulur da çocukluk arkadaşları unutulmaz. Çocukluk ruhun egemen olduğu çağdır. Dostluklar genelde ya akla, ya kalbe, gerçek dostluklar ise ruha yazılır. Akıl ve kalb kabre, ruh ebede kadardır. Gerçek dost ruhu dâhil her şeyi paylaşır. Bediüzzaman “ikinci bir ruhum hükmünde” dediği Hafız Ali’yi her sabah kabrinde ziyaret etmiş, hasıl olan sevapları bağışlamıştır. Değil mi ki kalbte birlikte olan kabirde de birliktedir.
Denizin kıyıya vurduğu taşları avucuna alırsın. Sevdiklerini koynuna alır, kalanını tekrar denize fırlatırsın. Ah ki dünya sözde dostlar denizidir, kimisi taş, kimisi incidir. İncilere kıyamazsın, denizlere atamazsın. Sevmediğini denize atar, ölmeden mezara koyarsın. Aynı denizi paylaşan inciye, aynı gökdenizi paylaşan yıldıza ihtiyaç duyar mı… Denizin damlasına, gökdenizin ışığına kanar mı…
BİR ZAMANLAR OYUNCAKLARIN RUHU VARDI
Eskiden az oyuncağımız ve eşyamız, ama çok arkadaşımız vardı. Eşyanın, oyuncağın ruhu olduğuna inanırdık. İnsanın kalbini kırmaktan korktuğumuz gibi eşyaları kırmaktan da korkardık. Şimdi eşyamız, oyuncağımız çok, ama dostumuz yok.
Çocuklar kendi oyuncaklarını tamir ediyor da büyükler kırdıkları kalbi tamir edemiyor. Çocuklar oyuncakları iyileştiriyor da insan kendi kalbini iyileştiremiyor.
Çocuk oyuncağı bozulduğunda sabahlara kadar ağlıyor da insan bir kalbi kırdığı zaman ağlamıyor. Oysa ne güzeldir bir kalbi tamir etmek, bir dostun duâsına ve rüyasına girebilmek…
Kalb bir oyuncaktır, oynayanı da, kıranı da çoktur. Eskiden eşyalar dostumuz ve oyuncağımızdı. Kırılsa yapıştırır, oynamaya devam ederdik. Şimdilerde dostumuz birazcık kalbimizi kırsa bir daha yüzüne bakmıyoruz. Bediüzzaman eşyaya ruhuyla bağlıydı. Bütün dünyasını bir sepete sığdırmıştı. Dünyasını onda taşırdı. O sepette kaşık, desti, bardak, ekmek, çay, çaydanlık vardı. Dünyayı oyun ve oyalanma bilen biri için bundan daha büyük hangi zenginlik vardı. Bir gün kaşığı kırılır. Talebesi çöpe atar, yenisini alır. Üstad çok üzülür. “Beni kırk yıllık dostumdan ayırdın.” Öyledir, bazen kırılan kalbi kırk yılda tamir edemezsin. Bir gün de destisi çatlar. Tamiri için talebesine gönderir. Tamir maliyetli olunca talebesi yenisini getirir. Üstad kabul etmez, eskisini ister.
Çocukları kendimize benzettik. Bozulan oyuncağı atıp yenisi alıyorlar. Tamir etme yoluna gitmiyorlar. Çocukken oyuncakları tamir etmeyen büyüyünce bozduğu yüreği de tamir edemiyor. Tutanamayanlar’ın yazarı Oğuz Atay, çocukluğunda Bediüzzaman’ın kitapçı talebesi Ali Osman Burgaz’ın kapısından ayrılmazdı. Yıllar sonra “Biz ihaneti çocukken öğrendik Olric! O, kimseye vermediğimiz oyuncağın, yenisi geldiğinde bir köşeye fırlatarak!” diyecekti. Ah Oğuz, sen Ali Osman Amcanın yanına biraz daha sık uğrasaydın adam olacaktın ya neyse…
Ah ki insan hâlâ kötü oyuncaklar peşinde koşan haylaz bir afacan. “Eğer insan bir cesed-i hayvaniden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı, belki bu masum çocukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i medeniye tabir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu firengi usûl, onlara çocukçasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaati verebilirdi.” O halde “İnsan hiçbir zaman hırsının, coşup gelen yüreğinin elinde oyuncak olmamalı. Her bir işi akıl terazisine vurmalı.” değil mi Yaşar Kemal.
“Cahillere oyuncak olan bilgine” acıyor insanlığın Efendisi (asm). Şimdilerde âlimler cahillerin oyuncağı olmuş, hakikati söylemek yine çocuklara kalmış. Kral çıplak!, diye haykıran çocuk şimdi de “Dünya çıplak! Kral soytarı! Dünya oyun ve oyalanma! Bu oyunu bozun!” diye bağırıyor. Dünya sağır sultan olmuş, kimseler duymuyor.