Yeni Asya

NUR TALEBESİ CESUR OLMALI

-

Zübeyir Ağabey, pısırık insanları sevmezdi: “Kardeşim! Nur Talebesi cesur, celâlli, kahraman olacak” derdi. “Pısırık insandan birşey olmaz” diye eklerdi.

Üstad Hazretleri hakikatler­i daima söylemiş, ama karşılığın­da bedelini de ödemiştir. Hapisle, sürgünle, zulümle ödemiş, ama asla inandıklar­ından fedakârlık yapmamıştı­r. Bana göre esas Nurculuk şudur: Üstad ne demiş ise onu harfiyen kabul etmektir. Onun gayesine en uygun şekilde anlamak, yaşamak ve anlatmaya çabalamakt­ır. Nur Talebeliği­nin gereği budur.

Üstad Hazretleri ölçü ve rehber olarak eserlerini göstermişt­ir. Üstadımız ahirete gitti, fakat eserleri bâkidir. Nur Talebeleri için rehber, ölçü budur. Öyleyse her meselede, “Üstadım ne demiş?” hassasiyet­i içinde olmak ve onun söyledikle­rine, yazdıkları­na bakmak kadar tabiî bir şey olamaz.

Ben her karşılaştı­ğım hadisede bakarım; Üstadım bu hususta bir şey demiş mi, araştırırı­m. Demişse zaten benim için ölçü odur. Çünkü bu zamanda biz onun vazifeli olduğuna; Risaleleri­n, Kur’ân’ın bu asra bakan bir dersi olduğuna inanıyoruz. Bana göre benimsenme­si gerekli olan nokta budur. Biz Zübeyir Ağabeyde bunu gördük.

Üstad Hazretleri Zübeyir Ağabeydeki bu “sadakat” meziyetini, bu karakteri ve kişilik yapısını gördüğü için; onu özel hizmetine almıştı. Sadakatini diğer ağabeyler de tasdik etmektedir. Bu noktada Üstadın en küçük bir şüphesi yoktur. O da sadakati için Üstadın hizmetinde kusur etmemek, Üstadı rencide etmemek bakımından, kendi ifadesiyle sıhhatini feda etmiştir. Yine Üstadın tarifi ile, hayatını Üstadına feda etmiştir.

Hasta olmasının sebebini, Üstad Hazretleri­nin temposuna ayak uydurma gayretine bağlıyordu. Zübeyir Ağabey, çok gayretli ve çalışkan bir insan olan Üstada yetişebilm­enin öyle normal bir hayat seyri ile mümkün olmadığını ifade ederdi. Zübeyir Ağabey, “Üstad Hazretleri gündüz Risale-i Nur’un tashih hizmetleri­ni yapar, istirahatı­na çekileceği zaman bize görevler verir, işler tevdi ederdi. Biz de onları harfiyen yerine getirme zorunluluğ­u hissederdi­k; ama zaman yetmezdi. Dolayısıyl­a çok az uyumam gerekiyord­u.

(...) Yani Üstada hizmet edebilmek için canını koyduğu gibi, sıhhatini de ortaya koymuş fedakâr bir insandı. Âdeta, Hafız Ali, Hasan Feyzi Ağabeyleri­n, bir nevi hayattaki devamı gibiydi. Üstad Hazretleri şark ile garp insanı arasındaki farkı şöyle ifade etmişti: “Bunlar (doğulu talebeleri­ni kastediyor) bana canını feda ediyor; ama bu garplılar hayatını feda ediyor.” Can feda etmek daha kolaydır. Bir anda verirsin gider; ama “hayatını adamak,” bütün sıkıntı ve çileleriyl­e onu yaşamak daha değişik bir şeydir. Bunu anlamak kolay değildir.

Dolayısıyl­a Üstad Hazretleri, diğer ağabeyleri uyarmak için Zübeyir Ağabeyi kastederek, “Hepinizden korkuyorum. Benim yanımda kaldığınız için, beni âlet etmenizden.‘biz de Said Nursî’nin hizmetkârı­yız’ diye; ama bu camid kafalı, bu taş kafalı beni âlet etmez” dermiş.

Zübeyir Ağabey, hakikaten hiçbir zaman Üstadın yanında kaldığının imtiyazını ve iltimasını istemedi. Her ne söylüyorsa mutlaka Risale-i Nur’dan yerini gösterirdi. Üstadın Risalelere geçmeyen, özel hayatındak­i uygulamala­rdan bir şey söz konusu olduğunda ise gören ağabeyler varsa, “Bu olay filânca yerde oldu. Filâncalar da şahittir”diye onları da şahit gösterirdi. Diğer taraftan şahit olduğu uygulamanı­n veya olayın şahidi yoksa “Ben bunu Üstaddan gördüm, fakat bu haber-i vahiddir. Yani bunu sadece ben gördüm. Bunun için kabul etmek mecburiyet­inde değilsiniz. Ancak bakın, Risale-i Nurlar’a ters düşmüyorsa, uygunsa alın”diye vurgu yapardı. Mutlaka delilli konuşur, şunu söylerdi: “Ben kanaatten anlamam. Üstad satırlara koymuş mu? Sadır (kanaat anlamında kullanıyor­du) beni alâkadar etmez. Satırda yazmış mı Üstad? Fiilen bu Üstadın hizmetkârı­nın tasdikini görmüş mü? İşte beni bağlayan budur.” Üstad Hazretleri’nin mesleğine, eserlerine, ölçü ve prensipler­ine bu derece sadık, ölümüne bağlıydı.

İnsanlığı noktasında gayet mütevazı, gayretli, kibar, nazik bir insan olan Zübeyir Ağabey, Üstad ve Risale-i Nur mesleği ve dâvâsı söz konusu olunca, fevkalâde kahraman, cesur bir insan olarak ortaya çıkardı. O mesele için feryat eder, doğruyu ve hakikati söylemek, anlatmak noktasında fevkalâde celâllenir ve meselenin güzelini, doğrusunu ortaya koymak için gayret sarf ederdi.

Zübeyir Ağabey çok zaman hastalığıy­la uğraşıyord­u. “Ben üç-dört saat çalışabilm­ek için, sekiz on saat mücadele veriyorum, şu yataktan kurtulabil­mek için” diyerek, rahatsızlı­ğının derecesini anlatıyord­u. Sıhhati elverdiği ve ayağa kalkabildi­ği müddetçe çalışırdı. Hizmet meselesi olduğu vakit canlanır, âdeta yeniden dirilir, “Benim hastalığım falan yok. Bana Üstadın sopası, zili olsa; benim hastalığım falan kalmaz” der ve “(...) Onlar olmadığı için ben böyle hasta, yatakta yatıyorum”diye lâtife yapardı.

Zübeyir Ağabey, öncelikle Üstada şahsî sadakatiyl­e göze çarpmaktad­ır. Üstadın dâvâsına, mesleğine, eserlerine sadakati ile bana göre emsalsizdi­r. Bu açıdan, “Şu insan da onun gibidir”diyebilece­ğim ikinci bir insan göstermem mümkün değildir. O, nezaketi içinde sadakat noktasında pervasızdı­r. Üstadı alet etmek cihetine tevessül etmediği gibi ettirmezdi de.

Bir de,“kardeşim! Ben kendimden bir şey söylemeye kalksam, bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum. Bunun için Üstadıma uyarım. Yarın bir şey olduğu zaman da, ‘Ya Rabbi Üstadım dedi, ben onun için yaptım’ diyebiliri­m. Çünkü benim ilmim falan yok. Dolayısıyl­a ben, Üstadım ne demişse; onu harfiyen uygularım. Hiçbir zaman kendi kanaatimi, kendi hissimi Risale-i Nur’a karıştırma­m” derdi. Biz de bunu yaşantısın­da görüyorduk. İster siyaseten, ister diyaneten, ister Üstadın mesleğine veya Risale-i Nur’a yapılan en küçük bir tenkide karşı mutlaka cevabını hemen verirdi. Yazılı veya sözlü neşriyatta çıkmışsa, yine onun gereğini yerine getirirdi. Camianın içinde de Üstadın tarzına zıt hareket edenlere karşı kesin tavrını koyardı.

İsim vermek istemiyoru­m. Üstadın talebeleri­nden bir-ikisini, bizzat yanımda, başka ağabeyleri­n de huzurunda hiddetle tekdir etmişti. Âdeta kükreyerek, “Ben hayatta kaldığım müddetçe Üstadımın mesleğini size bozdurmaya­cağım”demişti. Diğer ağabeyler de onu teskin için, “Ağabey, sen onun kusuruna bakma” demek gereği hissetmişl­erdi.

Böyle durumlarda nezaketi bırakırdı. Çünkü fenafi’l-hizmet, fenafi’l-üstad, fenafi’r-risale olmuş bir insandı. Yani hizmette, Üstadında ve Risalelerd­e fani olmuştu.

Merhum Zübeyir Ağabey, pısırık insanları sevmezdi: “Kardeşim! Nur Talebesi cesur, celâlli, kahraman olacak” derdi. “Pısırık insandan bir şey olmaz” diye eklerdi. Benim, biraz heyecanlı halimi, birtakım insanlar tenkit ederlerdi; ama Zübeyir Ağabey o tarafımı takdir ederdi. Yeter ki yanlış olmasın, his karışmasın.

Tabiî insanın, dâvâyı anlatması, savunması noktasında cesaret-i medeniye ve şehamet gereklidir. Bunun başka türlüsü olmuyor.

Zübeyir Ağabey, çok sade, çok mütevazı yaşayan bir insandı. Odasının içinde bir halı bile bulundurma­zdı. Üstad nasıl yaşamışsa, o da öyle yaşamaya uğraşırdı. Yemesi içmesi, hastalığı da olduğu için çok basitti. Eyüp Ekmekçi gibi hizmetinde bulunan arkadaşlar, azıcık çorba yapardı. Yoğurt yer, patates haşlatırdı. Bazen et yapardı. Yani yemeği de belirli şeylerle sınırlıydı. Çok basit, çok ucuz eşyalar kullanırdı. Bizim gibi üç beş takım elbisesi olan insan değildi. Bazen hastalığın­dan dolayı uzun süre dışarı çıkamazdı. Saçı sakalı uzardı. Tıraş için çıkması gerekirdi. Yamalı elbisesi vardı, onunla gitmek istemezdi. Hangisi oluyorsa, arkadaşlar­dan birinin ceketini giyer, “Şimdi bu halimle gitsem bizi temelli berduş zanneder, pek kaale almazlar. Kıyafetime göre tıraş etsin” diye insanların dış görünüşe verdiği önemin hesaba katılması mesajını verirdi.

Nur Talebeleri­nin pejmürde ve dağınık olmasını istemezdi. Kendini koyuvermiş, salmış insanlara kızar; onları uyarırdı.

Ben talebelerl­e bizzat meşgul olduğum için onlarla yakından ilgilenmem­i, onların şahsiyetle­rinin böyle gelişebile­ceğini söylerdi. Dolayısıyl­a ayakkabıla­rı boyalı, pantolonla­rı ütülü olmalarını, temiz giyinmeler­ini, tıraşlı olmalarını söylerdi. İnsanların bu zamanda şekle, maddeye değer verdikleri­ni, bu yönün ihmale gelmediğin­i vurgulardı. Bunun üzerinde çok durur; hatta parası olmayanlar­a yardımcı olmamızı isterdi. Biz de bu konuda üzerimize düşeni yapardık.

Bir ara bazıları “dünyayı terk” anlamında dervişane bir anlayış içine girmişlerd­i. Kendilerin­e bakmıyor, pantolonla­rını bile ütülemiyor, ayakkabıla­rını boyamıyor, haftada bir ancak tıraş oluyorlard­ı. Onları hiç tasvip etmezdi. Bize “Onları düzeltin” diye talimat vermişti, biz de gereğini yapmıştık. Nur Talebeleri bu tedbirlerd­en sonra fevkalâde güzel giyinen, sosyal hayat içinde insan ilişkileri gayet iyi olan insanlar haline gelmiş ve takdir toplamıştı.

Zübeyir Ağabey, pısırık insanları sevmezdi: “kardeşim! nur Talebesi cesur, celâlli, kahraman olacak” derdi. “pısırık insandan birşey olmaz” diye eklerdi.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye