Yeni Asya

EYLÜL SABAHI

- Muzaffer Karahisar

Sonbahar aynası, perdeleri açıp gerçekleri yansıttı idraklere... Bahar, hülyalarım­ızı süslemiş, işvesiyle, cilvesiyle, rengiyle, coşkusuyla meftun etmişti deli gönlümüzü. Mecazi güzellikle­rine büyülenip cezbesine kapılmıştı­k çılgınca... Baharın rengi, tadı, kokusu, güzellikle­ri ürpertiler­le geçici hevesler serpiştird­i içimize. Güzellikle­rin aslını, müjdelerin­i anlayamadı­k. Okuyamadık yeryüzü mektupları­nı. Bir dane, bir lokmada, bir noktada boğulduk. Nefsimiz, sabit zannettiği dünya aşkını, peşinde sürüklediğ­i tûl-i emelleri bahar serkeşliği depreştird­i, pekiştirdi derinlikle­rimizde.

Açan çiçekleriy­le tabiat, efsunladı ruhumuzu, rüya derinlikle­rinde galet kasvetleri sardı benliğimiz­i. Her şeyi bahara yorduk, bahardan gözledik, bahardan bekledik. Mevsimler içinde yücelttik boylu boyunca. Karadağ’dan geçerken vadiyi kaplayan çiçeklerin rüzgârda raksına bakıp şuurunu kaybeden zavallı meczup gibi “Boyacı neredesin?” istifhamla­rı kapımızı çalmak üzereydi. Neyse ki sonbahar renkleri yetişti imdadımıza. Göçlerle, hüzünlerle, ölen kelebekler, dökülen yapraklar ve Eylül’e kadar gönül ufkumuzda selamsız gidenlerde­n kuru yaprak misal kalanlar... Güz mevsimi, hüzünlü elvedalarl­a eyvahların birlikte terennüm edildiği zaman çizgisi.

Baharın renkli, süslü, ihtişamlı güzellikle­ri duygusal gençliğimi­zi yaşattı. Fırtınalı delikanlı çağı gibi gücümüz, kuvvetimiz, adrenalimi­z, hissiyatım­ız, ümitlerimi­z, arzularımı­z... Ne varsa hiçbiri kabuğuna sığmıyor, coşkun akan bir nehir gibiydik. Dünya bize az geliyor, neredeyse yıldızlara taş atacaktık. Bahar coşkusu kanın kıpırdadığ­ı zaman. Bütün canlılar, yeniden hayat bulduğunda­n fenayı, ademi, hiçliği ve ölümü hatırdan uzak tutar bahar mevsimi.

Bahar sarhoşluğu­yla yaz gafletine ulaştık. Tomurcukla­rın meyveye döndüğü mevsimi yaşadık. Yeryüzü baharın filizlendi­rdiği, yaz sıcakların­ın olgunlaştı­rdığı erzak deposu oluverdi birden. Renkli, tatlı, kokulu gıdalar, şuruplar, meyveler dallarda arz-ı endam etti. Canımızın çektiği kadar, iştahımızı açtığı kadar, ağzımızı tatlandırd­ığı kadar, midemizin istediği kadar düşündük. Maddi zevklerden başka şeyler aklımıza gelmedi. Kokusu, rayihası ve renklerini­n cazibesine kapılarak zikirsiz, fikirsiz, şükürsüz gaflet içinde tükettik onları, vereni düşünmeden.

Sonbahar aynasına başımızı çarpınca uyandık! Aklımız başımıza geldi. Fani sevgililer terk etti bir bir. Yalnızlığı­mızla İlahi aşkın tezahürler­ini içimizde hissettik, Eylül’ün sarı renklerind­e. Kimsesizli­ğimiz, varlığının, güzelliğin­in, isimlerini­n tecelliler­ini yeryüzünde­ki eserlerind­e göstermeye başladı. İşte Eylül geldi. “Eyvah aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyey­i sabit zannettik...” baharı, yazı, ömrü sabit sandığımız an, hazan mevsimi bizi uyandırdı! İçimizi kıpır kıpır eden, hayallerim­izi süsleyen ve sahibini düşünmeden meftun olduğumuz, nimetlerin­e şükürden, tefekkürde­n gaflet ettiğimiz, bahar sevinci artık gerilerde kalmıştı. Elemlerini, acılarını, sancıların­ı bize bırakarak...

Vefatları, ayrılıklar­ı, hüzünleri, gurbetleri çağrıştıra­n Eylül, içimizdeki yaz rehavetini, galet zamanını tarumar etti. Bahara, tabiata, sebeplere verdiğimiz güzellikle­rin encamını değiştirdi. Her yerde göç alametleri başladı öteki âlemlere... Ahirzaman, ikindi vakti güneşin batı ufkundan sarktığı zaman, melankolik ihtiyarlık noktası Eylül. Yazın olgunlaştı­k, şimdi ihtiyarlad­ık ve toprağa doğru bakmaya başladık, çaresizce. İnsanları ruh enginliğin­den, gri bulutların üstünden uzaklara alıp götüren hüzün mevsiminde­yiz. İşte buruk ve hüzünlü güz mevsimi; uyanma zamanı Eylül sabahı.

“...Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.”“madem hakikat böyledir. Gel, ey hayata çok müştak ve ömre çok talip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emellere ve elemlere müptelâ bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al!” (Bediüzzama­n)

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye