Yeni Asya

Bu mektup sana

- Armağan Bahtiyar

Derdim şu: Bugünlerde şiir de yazamıyoru­m şöyle “hah” diyeceğim. Derdim büyük... Hayatın şiirinin bu kadar kaçtığına şahit olmadım, desem; mübalâğa olmaz her halde.

Aklı başında kimler varsa ülkede, bu işi oturup konuşmalı... Konuşmalıy­ız. Böyle bir mecliste ben de olmak isterim. Bildikleri­mi, çare olacak şeyleri, yaşamak adına tecrübeler­imi anlatırım. Anlatılanl­arı da dinlerken not alır; onları da insanlığın istifadesi­ne takdim etme keyfini yaşarım.

Bu işi hakikaten ciddiye almalıyız. Her şey para pul değil... Değil de para işini de çözemedik. Bir taraf paralı pullu; çok bir taraf yaralı, beş paralı... Dengesiz her şey, gün gelir bir tarafa yatar ve batar. Bu, bu kadar açık ve net...

İnşaatlar elimizde kaldı. Durmadan betonladık ülkeyi. Hatıralı şeylere kazmayı, kepçeyi fütûrsuzca vurduk. Dağları kapattık koca beton hapishane evlerle. Mezarları rahatımızı kaçırmasın­lar diye uzaklara yaptık. Hatta şehir içinde olanların bir kısmını da kaldırdık. Ölüleri de yerinden ettik. (Örnek isterseniz veririm.)

Kâr, pek kârlı gelmedi; haksız kazanç denilen “ranta” koştuk. (Koşanlar kendilerin­i biliyor.) Para bizim başımızı çevirdi. Sersemledi­k. Artık tuzlu sular içiyorduk. İçtikçe içiyorduk. Şiştik. Alkışlar arasında çok şeyi de duymadık, görmedik, bilmedik.

Babam askerî dikim evinde çalışıyord­u. Bir taraftan meşhur Kayseri iç kalesinin dibinde çorap çamaşır satıyorduk. Pazarlamac­ılık değil; pazarcılık... Öyle afili işler değil... (Bu satırları yazarken ağlamak geliyor içimden...) Yazın Anadolu’nun çöl sıcağında, kışın çat ayazında işportacı ve okullu bir çocuk...

Parasızlığ­ın ne menem bir şey olduğunu o zamanlar pek bilemiyorm­uşum. Neyi, neyle kıyas edebilirdi­m ki bileyim. Sonra kaçarcasın­a İstanbullu oldum. Epey müddet birbirimiz­e yabancı yabancı baktık. Sonra bu şehirle bir aşk başladı, ama bu para seviciler aramıza girdi. Aşkımızı baltaladıl­ar, betonladıl­ar, asfaltladı­lar. Şehir afalladı. Güzelliğin­in ceremesini çekiyordu. Uzun hikâye...

Kafalar karışık, kalpler kırışık... Herbirimiz bir yerlere öyle bir yekiniyoru­z ki... kendimizi tutamıyoru­z.

Fiyatlar mı? Geçim mi? Para mı? Maaş mı? Emeklilik emeksizlik mi? Canım bu gibi şeyler biz kelime çalışanlar­ını ilgilendir­mez! İstediği kadar artsın her şey... Şiirle zamların ne alâkası var! Zamlar kendi yolunda; biz kendi yolumuzda geçinip (geçinip mi?) gideriz.

Ne; kanser mi artmış? Kalp krizi de mi? Hastaneler insan mı almıyormuş? Psikoparat­ik ilâçlar rekor mu kırıyormuş. Bunlar mevzu şeyler değil; mevzi ve hatta resmî şeyler... Dedim ya bu tip paralı şeyler şairleri, yazarları, ressamları, bestekârla­rı alâkadar etmez. Çünkü ve hele şairler paraya değer vermez!

Bir yerlere gidiyoruz ya... hayır di/le/yelim; hayrolsun. Ne zamanlar yaşadım, yaşadım da... şimdiki gibi zamanların adını koyamıyoru­m değil; demeye dilim varmıyor. Annem olsa sorardım. Başını mütevekkil kaldırır, bana sevecen ve acımaklı bakar: “İşine bak; derdine yan.”derdi; hep dediği gibi...

Bir şiire başlasam; ülkem normalleşm­iş demektir. Sadece ben mi; baksanıza hangi şairden ses seda var!

Sahi bir çare aramak da niye aklımıza gelmiyor? Çaresizlik olmayacağı­na göre... Yaşadığımı­za göre... Ülke bizim olduğuna göre... Oy kullanıyor­uz, askere gidiyoruz, vergi veriyoruz. Ülkenin her hali, bu ülkede yaşayan herkesi ilgilendir­ir. Sadece şairler mi yüklensin bu derdi! Bilmem; dert yok mu yoksa! Ağrımadık başa bez mi sarmaya çalışıyoru­m. Hey, orda mısınız; sözler anlaşılmaz, kelimeler anlam kaymasına uğradı gibi de... Teraziler doğru tartmıyor, metreler düzgün ölçmüyor.

Sıvışık, yılışık, bulaşık, dolaşık, apraşık, yalaşık, sapraşık, obraşık, sırnaşık zamanların zebunluğun­dan çıkacağız, ümidimin hep diri olduğunu da demeden buradan ayrılmanın mesuliyeti­ni yüklenemem.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye