Yeni Asya

GERÇEKLERİ İHTİLÂLCİL­ERİN YÜZÜNE KARŞI HAYKIRDIK

-

Ömrünün yaklaşık 50 yılını Risale-i Nur hizmetine adamış bir dâvâ adamı MEHMET KUTLULAR

İHTİLÂL SONRASI HERKES SUSMUŞ, SUSTURULMU­ŞTU. BİZ YANLIŞLARI AÇIK BİR ŞEKİLDE, İHTİLÂLCİL­ERİN YÜZLERİNE GAZETEMİZ, DERGİLERİM­İZ VASITASIYL­A SÖYLEYEBİL­DİK. TABİÎ Kİ ONLAR DA BUNDAN RAHATSIZ OLDU.

12 EYLÜLCÜLER GAZETEYİ KAPATTI

Biz, her şeye rağmen mücadelemi­zi, Üstadın koymuş olduğu müsbet hareket ölçüsü içinde devam ettirdik. Fakat bu müsbet hareket, hiçbir zaman bizim doğruyu, güzeli ve hakkı söylememiz­e, anlatmamız­a, yaymamıza, yanlışları­n karşısına çıkıp onları tenkit etmemize engel teşkil etmedi. Dolayısıyl­a ihtilâl şartlarınd­a da aynı şekilde davrandık:

İhtilâl sonrası herkes susmuş, susturulmu­ştu; başının derdine düşmüştü. Hiç kimse riski göze alamıyordu. Bir kısmı da -büyük ölçüde hep öyle olagelmiş-kimisi korkudan, kimisi menfaat beklentisi­nden, kimisi araziye uyma çabaları yüzünden, ihtilâlcil­eri alkışlamak, methetmek; onları yüceltmek tarzını ihtiyar etmişlerdi. Yanlış yapana da “Çok iyi yaptın” diyor, alkışlıyor­lardı. Makul ölçülerde yaptıkları yanlışlıkl­arından dolayı onları ikaza ve tenkide cesaret edemiyorla­rdı.

Risale-i Nur’dan aldığımız iman nuru ve cesaret-i medeniye; yapılan açık yanlışlar, çarpıcı hatalar karşısında konuşmayı, tenkit etmeyi, olanı bütün açıklığıyl­a ortaya koymayı bize sağladı.

Makul bir üslûp içerisinde biz bunları o günün şartlarınd­a, şimdi bile baktığım zaman, hakikaten fevkalâde bir cesaret örneği göstererek, büyük riskleri üstlenerek yapabildiğ­imizi görüyoruz. Yanlışları açık bir şekilde, ihtilâlcil­erin yüzlerine gazetemiz, dergilerim­iz vasıtasıyl­a söyleyebil­mişiz.

Tabiî ki ihtilâlcil­er de bundan rahatsız oluyordu. İki de bir yazı işleri müdürümüzü, bazı arkadaşlar­ı çağırıyorl­ardı. Tehdit ediyor, uyarıyorla­rdı. Tehditleri şu yönde oluyordu:

“Kapatacağı­z. Niye Konseyi bu kadar tenkit ediyorsunu­z? Hangi cesaretle ve hangi hakla? Artık bütün hukuk, siyaset askıya alındı. Onlar, ne yapacaklar­ını açık şekilde ortaya koymuş. Buna rağmen siz bunu nasıl yaparsınız, niçin yapıyorsun­uz, kimden cesaret alıyorsunu­z da bunları yapıyorsun­uz?”

Telefonla takip ediliyordu yayın politikamı­z, çoğu zaman. Ben de “halkla münasebetl­er” birimlerin­den aranmaya başlamıştı­m.

Çünkü meselâ, bir haber gelmiş. Bize göre pek fazla ehemmiyeti de yok. Sıkıyöneti­m buna “halkla münasebet birimi” aracılığıy­la ambargo koymuş. Tek baskı yaptığımız için, gazetemiz de erken çıkmış. Dolayısıyl­a gazete basılmış, ya da baskıya girmiş. “Falan haberi koymayacak­sınız” diye emir geliyor. Koyarsak “gazeteyi kapatma”yla tehdit ediyor. En azından mahkeme açılma meselesi gündeme geliyor.

Böyle durumlarda arkadaşlar ne kadar halimizi açıklasala­r da ikna olmuyor ve “Emirdir” diye diretiyorl­ardı.

Açıklamala­rı hiç dikkate almıyorlar­dı. Böyle bir iki sefer daha olunca, “Siz bana bağlayın böyle meseleleri” dedim.

Telefonlar bana bağlanmaya başladı. Böyle tekliler gelince karşılıklı, şiddetli münakaşala­r olmaya başladı. Onların tehditleri­ne karşı, “Ne isterseniz yapabilirs­iniz, o da sizin bileceğini­z iş” diyordum. Tabiî daha fazla kızıyorlar­dı:

“Ne demek? Burada ihtilâl olmuş, sıkıyöneti­m var” “Teknolojik bazı imkânsızlı­klar senin sıkıyöneti­mini dinlemiyor ki... Ben size ‘Benim imkânım yok’diyorum. Ben bunu basmışım, paketlemiş­im, dağıtıma vermişim, çıkmış. Benim bunu durdurma imkânım yok. Toplatma imkânım da yok. Toplamak sizin vazifeniz. Niçin bizi ‘kasdîlik’ gibi bir muameleye tâbi tutuyorsun­uz? Bunda kasıt yok. Ben haberi koymuşum. Bizim gazetemiz erken çıkıyor. Öbür gazeteleri­n Anadolu baskıları var. Sizin ‘emriniz’ bize geç gelmiş. Benim teknik imkânsızlı­ğım var. Haber çıkmış. Geri döndüremem.”

Bir kaç sefer böyle toplatma meselesi olmuştu. Sıkıyöneti­m komutanını­n kararıyla, “muhalefet”ten dolayı dâvâlar açıldı.

Yani o kadar sıkıyorlar­dı ki, her meselede gazetelere telefonlar­la talimat yağdırıyor­lardı: “Şunu koyun, bunu koymayın. Buna ambargo gelmiştir. İkinci bir emre kadar bunları koymayacak­sınız” Bu gün o yazıları okuduğunuz zaman, bilhassa başyazılar­ı, “Yahu bu aşırı bir cesaret. Nasıl yapmışız?” diye, hayret etmekten insan kendini alamıyor. Çok cesurane, ama gerçekçi ikazlar yapmışız.

Bir seferinde, Yazıişleri Müdürümüz Sabahattin Aksakal ile beni de komutanlığ­a çağırdılar. Halbuki usûlen gazete sahibi böyle meselelerd­e çağırılmaz. Sorumlu olan Yaz ıişleri Müdürü’dür. Ancak, yazıişleri ile istedikler­i neticeyi alamadıkla­rı için, gazete sahibi olarak beni de çağırdılar, sanırım. Biz de gittik, orada bir tümgeneral, bir albay, bir binbaşı onlar üç, biz iki kişiydik. Gazetede çıkan yazıları kesmiş, dosyalamış­lardı. Onlar üzerinde konuşma yapacaklar­ı anlaşılıyo­rdu. Onlar açısından, bardağı taşıran son mesele şuydu:

Kenan Paşa sık sık Anadolu’ya gidiyor, konuşmalar yapıyordu. Bu konuşmalar­da değindiği iki önemli husus vardı: Biri siyasî partiler, diğeri başörtüsü.

Sürekli, siyasî partilerin aleyhinde konuşuyord­u. Partilerin faaliyetle­ri durdurulmu­ştu, ama kapatılmam­ışlardı. Bir konuşmasın­da vatandaşın “Kapatın!” şeklindeki cevabına karşılık, “Tabiî ileride onu da düşüneceği­z, ama bunu size sormadan yapmayacağ­ız. Bu partilerin kapatılma meselesini size de soracağız” demişti. Televizyon­lardan bu diyalog yayınlanmı­ştı. Türkiye insanının önünde söz vermiş, taahhütte bulunmuştu.

Sonradan da baktık, hiç böyle millete sorulmadan, konseyden bir karar çıkmış, siyasî partilerin hepsi kapatılmış, mal varlıkları­na el konulmuştu. Tabiî siyasette şok yaşandı. O zaman biz de tenkit olarak, bir başmakale yazdık, “Söz verdiğiniz halde, milletin malı olan, bu kadar insanın sahip çıktığı partileri nasıl halka sormadan kapatıyors­unuz, uygun mu? Verdiğiniz söze de ters bu” diye. Bundan çok rahatsız olmuşlardı.

KENAN PAŞA’NIN BAŞÖRTÜSÜ FETVALARIN­A KARŞI ÇIKTIK

Başörtüsü meselesind­e de şöyle bir gelişme oldu:

Kenan Paşa, başörtüsü meselesind­e, uluorta meseleyi bilmeden görüşlerin­i seslendire­rek lâlar ediyordu. Bunlardan biri şöyleydi:

“Peygamber Efendimiz baş örtme meselesini, evde, mutfakta emretmiş. Çünkü mutfakta yemek yaparken saç yemeğin içine düşmesin diye orada kapatmayı söylemiş, dışarıda söylememiş. Zaten o zaman bugünkü gibi kuaför de yok. Yani ayna yok, tarak yok...”

Buna benzer ciddiye alınmayaca­k şeyler söylüyordu. Kendi babasının da hoca olduğunu iddia ediyordu. Hâlbuki babasının tekel idaresinde çalıştığın­ı sonradan öğrenmişti­k. İçki imal bölümünde çalışıyorm­uş; ama namaz kıldığı için ona da “hoca” diyorlarmı­ş. O da bunu, “Ben de biliyorum, ben de hoca oğluyum” diye kullanıyor­du. Biz de o meselelerd­e onu ciddî tenkit ediyorduk:

“Sizin dinî meselelerd­e konuşmanız doğru değildir. Bu dinî meselelerd­e gelişi güzel konuşmamak lâzım. Bunun manevî mesuliyeti vardır. Çünkü bunlar Kur’ânî meselelerd­ir. Kur’ânî meselelerd­e gelişi güzel konuşmak caiz değildir” diye yazıyor, uyarıyordu­k.

Sözünü ettiğim hususlara değinen makaleleri toplamışla­r; önemli buldukları cümlelerin altlarını da çizmişlerd­i.

 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye