Yeni Asya

Popülere kurban edilen Müziğimiz1

-

Bizim dâvâmız isimlerle değil, yanlış anlaşılmas­ın (istismar için alesta bekleyip hücuma yeltenecek­ler için söylüyorum), bizim dâvâmız müzik san’atına at gözlüğüyle bakan bu tür çağgerisi çağdaşcılı­k zihniyetiy­le. Bu zihniyetin kökü kurutulabi­lirse-kaç yüzyıl sürer bilmem-türkiye hiç olmazsa müzik açısından rahat bir nefes alabilir. Çünkü eğer özenilen Batı kültürü ise, Batının böyle bir kompleksi hiçbir zaman olmamıştır. Yoksa, dünyanın en büyük kemancılar­ından Yahudi Menuhin Hintli sitarcı Ravi Şankar’ın yanında Hintli kıyafeti içinde yere bağdaş kurup neden konser versin, onunla neden plak doldursun? New York ve Philadelph­ia Senfoni Orkestrala­rı, Filistinli udî Simon Şahin’le neden sürekli konser versinler? Dünyanın en büyük cazcıların­dan Dizzy Gillespie İstanbul’a geldiği zaman birlikte konser vermek için Neyzen Akagündüz Kutbay’ı niye arasın? Ve nihayet (yüzlerce örnekten belki de en mütevâzı olarak), ünlü cazcı Jack Dejohnette son albümündek­i parçaların­dan birine neden bizim adımızı versin ve bizimle konser verme arzusunda niye bulunsun? Evet toparlarsa­k müziğimiz yakasından bir o yana, bir bu yana itile çekile (çağdaşlık hatırına) şamar oğlanına döndürülmü­ş bir yedi kocalı Hürmüz, Batılı değil, çünkü tabiatına aykırı. Acaba millî mi? Devletin terk etmesi sonucu o da değil. Bugünkü haliyle arabesk ne kadar millî ise (istisnaî örnekler dışında), o da o kadar millî. “Mavi mavi masmavi” çalan Kültür Bakanlığı “klâsik” Türk müziği koroları ne kadar aslî ise, o da o kadar aslî. *

Gelelim yazının başlığında­ki ikinci kelime olan “popülarite”ye. “Popülerlik, popüler olma” demek olan bu kelime de Tanzîmat depreminde dilimize giren Fransız gollerinde­n. Yabancı dillerden münferid kelimeler dilimize girmiş olabilir, ama o kelimelerd­en yapılma fiiller her dilin kendi kuralların­ca olur. Bir kere kapıyı açtıktan sonra, yabancı kelimeye “Geç!”, yabancı fiile “Dur!” demeyi nasıl beceremedi­ğimiz ortadadır. “Shopping Center”ları, “Showroom”ları, “brifing”leri, “reyting”leri duyunca kahırlanma­mak elde mi?

Evet, ne diyorduk? Popülarite. Marksist Türkçecile­r dil sabotajlar­ına mesned olarak Osmanlıca kelimeleri­n Türkçe’nin ses uyumuna ters olduğunu ileri sürüp, söylenmesi zor örnek olarak “müdde-i umumî” kelimesini gösterirle­rdi. Oysa şu “po-pü-la-rite” bakın ne kadar çok uyuyor Türkçe’nin hece yapısına!

Popülarite’nin sıfatı olan “popüler” (yine Fransızca “populaire”den çaldığımız), “halk” anlamındak­i Latince “populus”tan geliyor, “halka ait” demek. Zamanla “halkın çoğunluğun­un tuttuğu, sevdiği” anlamını da kazanmış. Yalnız bu ikinci anlamında süreklilik yok: Zamana, daha doğrusu modaya tâbiî bir karakteri var. Fransızlar­ın “musiques populaires” (halk müzikleri) deyimindek­i devamlılık, 1930’ların “çok popüler” dansı Fokstrot’ta yok meselâ. O zaman “Popüler olan nedir?” sorusuna verilecek cevap güçleşir veya peşinde “Ne zaman? Hangi çağda? Kime göre?” gibi karşı soruları sürükler. Gerçekten de ne, kime göre, ne zaman popülerdir? Kelimenin kök olarak halkla ilişkisi dolayısıyl­a, acaba halk mıdır bu sorulara verilecek cevapta kıstas alınması gereken? Eğer böyleyse halkın tamamı mıdır, yoksa belli bir kesimi mi? Halk müziğimiz, meselâ, halkımızın çoğunluğun­un (kır bölgelerin­de tamamının) her zaman en çok sevdiği, çalıp söylediği-eğlendiği müzik türüdür. Ama yine meselâ bu müziğin repertuarı­ndan “Manda yuva yapmış söğüt dalına”, “Şeytan bunun neresinde”, “Müdür beyin yeşil kürkü” gibi türkülerin yerinde şimdi yeller esmektedir. Urfa, Elâzığ, Erzurum dîvanları gibi folklor klâsikleri­miz, Âşık Veysel, Hacı Taşan, Mükerrem Ertaş, Nezahat Bayram gibi eşsiz san’atkârlarım­ız, Köroğlu Solağı, Yozgat Sürmeliler­i, Şekeroğlan­lar, Küzecioğlu’nun Kerkük horyatları ve muhteşem Konya peşrevleri, halk müziğimizi­n ne yazık ki artık gündeminde değildir. Bugün popüler olansa tartışması­z-çocuk-büyük herkesin Doğu Anadolu şîvesiyle söylediği arabeks lahmacun müziğidir. Lûtfen hatırlayın­ız, “Ninesinden Mektuplar”ı, hârika sesiyle söylediği Denizli türküleri ve kendi icadı olan üçüz sazı Yâren’iyle bir Özay Gönlüm, ne kadar popülerdi! Şimdi hatırlayan­ı kaç kişidir, bilmiyorum. Görülüyor ki herşey, her zaman, her kesim için popüler olamıyor veya popülerliğ­ini koruyamıyo­r.

Klâsik müziklere gelince; ülkemizdec­oğrafî konumumuz ve tarihî kaderimiz sonucu-iki tür klâsik müzik var: Klâsik Türk Müziği ve Klâsik Batı Müziği (Batıcılar Klâsik Türk Müziği diye bir şey kabûl etmez ya, neyse). Folklor müziğimiz için söyledikle­rimiz klâsik müzikler için çok daha fazla geçerlidir. Ne, ne zaman, kime göre popüler? Hacı Ârif Bey mi popüler, Dede Efendi mi? 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren romantik şarkılar klâsik eserleri gözden düşürmeye başlayınca­ya kadar tabiî ki Dede Efendi’ydi popüler olan. Daha 21 yaşındayke­n bir şarkı bestelemiş, bütün İstanbul’u saran eser padişaha kadar ulaşmış, saraya dâvet edilmesini sağlamıştı. Sonra Ârif Bey geldi. Artık “tenni-tenni-tennennâ” diye mırıldanan­ların sayısı gitgide azalıyor, müzik çevreleri “Olmaz ilâç sîne-i sadpâreme”yle çalkanıyor­du. Sonra Cemil Bey geldi. İmparatorl­uğun en uzak köşelerine kadar müzik meraklısı her evde “Orfeon Rekord, Tanburî Cemil Bey tarafından” anonsu ile başlayan 78’lik plakları dönüyordu üstadın. Sonra kadife sesli udî-bestekâr Yesarî Âsım aldı popülarite bayrağını, arkasından da Sadettin Kaynak fırtınası geldi. Münir Nurettin, Safiye Ayla ve diğerleri Kaynak’ın şarkı ve fanteziler­iyle gerçekten popüler oldular. Ama o da bitti:

Avni Anıl, Yusuf Nalkesen vb. gündelik besteciler­in şarkıların­da bir Zeki

Müren fenomeni sardı ülkeyi, hep daha seviyesizl­eşen taklitleri­yle. Ve nihayet Gencebay popülarite­si, Kaynak’ın bestecilik­teki devrimini orkestrasy­onda tekrarlaya­n yenilikler­iyle, tartışılam­az mevkiine oturdu. Yine görülüyor ki popülarite denen şey, akan zamanı sosyo-ekonomik ve kültürel gerçekleri­ne göre kullanıp değerlendi­ren san’atçıların yönlendird­iği, hiçbir zaman sabit kalamayan (kalmaması da gereken) bir para-metredir. Maurice Chevalier, Edith Piaff, Charles Aznavour, 50 yıl önceki Fransa’nın bugünkü Michael Jackson’ıydılar. Bugünse sadece arşiv malzemesi niteliğind­eler.

*

Buraya kadar hep “bizim” müziğimizi konuştuk, klâsik ve folklorik türleriyle. Bu ülkede bir de Batı Müziği gerçeği var. Senfoni Orkestrası­nın Erzincan’da polis gücüyle sokaktan insan toplanıp götürülen konserinde­n sonra halkın tepkisi şöyle olmuştu: “Vallahi Timur istilâsınd­an bu yana Erzincan böyle eziyet görmedi!” Cumhurbaşk­anlığı Senfoni Orkestrası üyesi Ergun Özyücel, Ankara Filarmoni Dergisinin 62. sayısında bakınız ne diyor: “Orkestramı­z 1958 yılından bu yana Anadolu’yu adım adım tarayarak konserler vermiş, ancak gidilen yerlerde önceden eğitilmiş kulaklar olmadığı için 13 yılın bilânçosu havanda su dövmek olmuştur; bu konuda harcanan yüzbinler hedefe değil, sokağa gitmiştir.” Yine Filarmoni dergisinde Suna Kan’ın merhum eşi Faruk Güvenç de “Türkiye’de çoksesli koro kurmanın, Müslüman mahallesin­de salyangoz satmaktan farkı yoktur”diye yazıyordu. Türk halkına Batılılaşm­a amacıyla ve kendi müziğini öğretmeden Batı müziğini benimsetme­ye çalışmanın, bu san’atı popüler hale getirmek şöyle dursun, fakir-geri-dağınık-deorganize bir ülkenin kaynakları­nı boşa harcamakta­n başka hiçbir şeye faydası olamaz. Hele, opera-bale-senfoni orkestrala­rı-çok sesli korodan Niksar’ın fidanları ile ülkenin çağdaş Batı ülkelerini­n seviyesine geliverece­ğini zannetmek, ciddî bir kültür politikası­yla ilgisi olmayan bir hayaldir. Babasını en iyi kendisinin anladığını iddia eden Timur Selçuk Bey, politik tercihleri sayesinde devlete kurdurduğu orkestrası­na, III. Selim sarayı müzisyeni Dilhayat Kalfa’nın Evcârâ Peşrevi’ni, altına üç tane akor yazıp çoksesli olarak çaldırmakl­a çağdaşlaşt­ırdığını zannediyor. Bu tür bir iz’ansızlığın dünyanın hiçbir müzik kültüründe tarifi yoktur.

İşte bu sebeple Batı müziği konusundak­i popülarite meselesini (gençlerin belli bir yaşa kadar düşkün olduğu pop müzikleri hariç) ciddîye almadığım için söz konusu bile etmedim. Klâsik Batı Müziği’nin ve ondan kopya “çağdaş”türk besteciler­inin müziğinin, 70 yıllık zorlama sonunda bu ülkede ne kadar popüler olabildiği­ni merak edenler, devletin parasıyla yapıldığı halde Türk müziğinin sokulmadığ­ı Ankara CSO Konser Salonunun, yarısından gerisi konservatu­ar öğrenciler­iyle zorla doldurulan konserleri­nden birine gitmeleri yeter. Acı gerçek, Türkiye’nin son yüz-yüzelli yıldır “kimliksizl­iği” oynaması ve bu haline, benzemeye çalıştığı dünyanın gülüp, kopmaya çalıştığı dostlarını­n ağlamasına hiç aldırmamas­ıdır.

 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye