EVDEKİ BULGURDAN OLMAK
Türkçe’de güzel bir deyim var. Bugün içinde bulunduğumuz hali tam olarak ifade ediyor. “Aşırı hırs göstererek elindekini de yitirmek” anlamındaki “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” deyimi, hali pür melâlimizi nazara veriyor.
Şeklen kanunlara uygun biçimde yönetilmeyi, yürürlükte bulunan kanunların, genel anlamda mevzuatın bütün adlî ve idarî birimler tarafından dikkate alındığı bir yönetim biçimini ifade eden Kanun Devleti’nden öteye geçmeyi hedelemiştik. Hukuk Devleti’ne erişecektik. Hukuk önünde her şeyden önce eşit olacaktık. Devlet her birimizi aynı insanî değerlere sahip bireyler olarak kabul edecek ve aramızda herhangi bir ayrım yapmayacaktı.
Haklar söz konusu olduğunda herhangi bir ayırıma maruz kalmayacaktık. Bununla birlikte Devlet bütün kurallarını, faaliyetlerini, eylemlerini, kurumlarını hukukun üstünlüğü prensibine uygun olarak icra edecek, bu ilkeye uygun olarak yapılandırılacaktı..
Devlet; her birimizin insan olarak vazgeçilmez, temel ve evrensel haklarla dünyaya geldiğimizi kabul eden İlâhî hukuku esas alacaktı. Özetle demokrasi ile idare edilen ülkelerde geçerli olan hukuk düzenine olan özlemimiz sona erecekti. Bu kadarına vatandaşlar olarak razıydık. Hatta bu yolda epeyce bir mesafe kat etmiştik. Ancak bize daha ötesini vaat ediyorlardı; “İleri demokrasi”. Bu uğurda hızla adımlar atıldı. Avrupa Birliği’ne tam üyelik müracaatları yapıldı. Kopenhag Kriterleri dikkate alınarak devletin her anlamda yeniden yapılandırılacağı söylendi. Yargı Bağımsızlığı’nın sağlanması için Venedik Komisyonu’nun belirlediği ilkeler esas alınacağı vaad olundu.
“İleri demokrasi” ülküsüne erişmeye kimi maniler vardı. Tabi oldukları askerî ve yargı vesayetinin sonlandırılması, bunun için de Anayasa’da bazı değişikliklerin yapılması elzem idi. Ülkede esen bahar havası ile “Yetmez, ama evet” umudu ağır bastı. Böylelikle bizleri “İleri demokrasi”ye eriştirecek olan düzene geçtiğimizi sandık. Derken bir sabah uyandık ki “Kopenhag Kriterleri” olmasa da olurmuş. Biz yolumuza “Ankara Kriterleri” ile de devam edebilirmişiz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları da neymiş? Biz de onlar kadar hukuk biliyormuşuz meğerse. Üye yapısının çoğulcu bir anlayışla oluşması ile birlikte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarını içtenlikle benimseyen, birey hakları noktasında bu içtihatların ötesine geçen, AİHM’DEN övgüler alan bir Anayasa Mahkememiz vardı. Bu noktadan birden irtifa kaybederek, kendi üyeleri söz konusu olduğunda bile yürürlükteki usûl kurallarını göz ardı edebilen AYM ile başbaşa bulduk kendimizi.
Kaybedilen bu irtifanın elbette bir sonucu olacaktı. Ağır Ceza Mahkemeleri Anayasa’nın açık buyruğuna rağmen, artık Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının kendilerini bağlamayacağını ilân ediyorlardı. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 138’inci maddesi, “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez” diye buyurur. Ancak OHAL İnceleme Komisyonu’nu bağlamazmış bu Anayasa buyruğu.
Kesinleşmiş takipsizlik ve beraat kararlarına rağmen göreve iade taleplerinin reddine karar verilmesi başka nasıl izah edilir?
Yattık kalktık bir sabah “Mahkeme kararlarının öneminin olmadığı”nın bir yüksek hâkim tarafından ilân edildiği ülke konumuna geldik. Sözün özü “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olduk” sevgili dostlar...
Kaybedilen bu irtifanın elbette bir sonucu olacaktı. Ağır Ceza Mahkemeleri Anayasa’nın açık buyruğuna rağmen, artık Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının kendilerini bağlamayacağını ilân ediyorlardı. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 138’nci maddesi, Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez” diye buyurur.