YEDİ BİN RİSALE YAZILSA, SÜNNETİN HİKMETİNİ BİTİREMEYECEK
Sünnet-i Ahmediyede hiçbir mesele yoktur ki, müteaddit hikmetleri bulunmasın. Eğer bu mevzua dair iktidar olsa, yazılsa, yetmiş değil, belki yedi bin risale, o hikmetleri bitiremeyecek.
Sekizinci nükte
e in tevellev fekul hasbiyallah”dan evvelki olan “Lekad câeküm rasûlün” ilâ âhir âyeti, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı kemal-i şefkat ve nihayet re’fetini gösterdikten sonra, şu “Fe in tevellev” âyetiyle der ki:
“Ey insanlar, ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarf eden ve manevî yaralarınız için kemal-i şefkatle, getirdiği ahkâm ve Sünnet-i Seniyyesiyle tedavi edip merhem vuran şefkatperver bir zatın bedihî şefkatini inkâr etmek ve gözle görünen re’fetini itham etmek derecesinde onun Sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi
Bçevirmek ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz.
“Ve ey şefkatli Resul ve ey re’fetli Nebî! Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka verip dinlemeseler, merak etme. Semavat ve arzın cünudu taht-ı emrinde olan, Arş-ı Azîm-i Muhitin tahtında saltanat-ı rububiyeti hükmeden Zat-ı Zülcelâl sana kâfidir. Hakikî mutî taifeleri senin etrafında toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını onlara kabul ettirir!”
Evet, Şeriat-ı Muhammediye ve Sünnet-i Ahmediyede hiçbir mesele yoktur ki, müteaddit hikmetleri bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddia ediyorum ve bu dâvânın ispatına da hazırım. Hem şimdiye ediüzzaman, “hastalık bazılara bir ihsan-ı İlâhîdir... ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya O Cemîl ve Rahîm-i Mutlakın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir. Hem rızık vermek O’nun özel bir ihsanıdır, kâinattaki bütün cemâl kemâl ve ihsan, O zatın cemâl kemal ve ihsanını gösterir ve onun yansımasıdır”gibi ifadeleri ile, ihsan üzerine çok vurgular yapıyor.
Bir hadisi şerifte, bir gün Cebrail (as), Peygamberimizin (asm) yanında normal bir insan gibi gelip oturarak O’na (asm) “iman, İslâm ve ihsan nedir?” diye sorar. Peygamberimiz (asm), İslâm için İslâm’ın beş şartını, iman için imanın altı şartını anlatır ve ihsan için ise “Allah’ı görür gibi ibadet etmektir” der. Sonra Cebrail (as) kalkıp gitti ve Peygamberimiz (asm) sahabelerine,“cebrail (as) size ders vermek için geldi” dedi.
Bediüzzaman üzerine araştırma yapan bazı ilim adamlarına göre, Bediüzzaman’ın Birinci Said döneminde İslâmiyeti, İkinci Said döneminde İmanı, Üçüncü Said döneminin ise İhsanı, hizmet ve iilleri ile yansıttığını söylüyorlar. Eski (Birinci) Said Dönemi ile Üstadımızın siyaset ile idarecilere tesir edip, bu yolla İslâm’a hizmet etmeyi umduğu bir dönemdir. Sonra Bediüzzaman’ın ikinci dönemi başlar. Bu dönemde Kur’ân’ı tetkik ile meşgul olarak, bir İlham-ı İlâhî olan Külliyatın meydana çıkmasına vesile olur. Bu döneme yeni Said (İkinci Said dönemi) denir ki bu da İmanî hizmetlerine yoğunlaştığı dönemdir. Üçüncü Said Dönemi’nde ise artık ahirete yaklaşmanın, yaşlılık ve hastalıkların verdiği ruhî haller ile Allah’a kavuşma zamanının geldiğini hissettiği bir dönemdir. Her an Allah ile beraber olmak, Allah’ı isim ve iilleri ile her yerde görme ve müşahede etmenin maksimum seviyede olduğu dönemdir ki bu dönem de ihsanın kendisinde yansımasıdır.
İman ve İslâm şeriatın kendisidir, ihsan ise şeriatın ruhu hükmündedir. İmanın yeri kaptır ve cüz’î iradenin sarfından sonra Allah’ın sevdiği kullarının kalbine yerleştirdiği bir nurdur. İman, bir ikre intisap etmek, hisleri Allah sevgisiyle doldurmak, kadar yazılan yetmiş seksen Risale-i Nuriye, Sünnet-i Ahmediyenin ve Şeriat-ı Muhammediyenin (asm) meseleleri ne kadar hikmetli ve hakikatli olduğuna yetmiş seksen şahid-i sadık hükmüne geçmiştir. Eğer bu mevzua dair iktidar olsa, yazılsa, yetmiş değil, belki yedi bin risale, o hikmetleri bitiremeyecek.
Hem ben şahsımda bilmüşahede zihinleri marifetle süslemek, kalpleri de şuhut (keşfe) açmak ve iradeyi de ibadetlere yönlendirmekle elde edilir. Bu şekildeki imanla sonsuz bir Allah bilincine varılır. İmanın en büyük özelliği insanın gözü ile görmediği, fakat akıl his ve duyguları ile ilmen hissettiği şeye inanmasının büyüklüğüdür. İslâm ise küllî iradeye tam olarak teslim olmaktır. İhsan ise, hem iyilik yapmak hem de iyilikler ve güzellikler manasına gelir.
İhsan, İman ve İslâm’dan daha derin manalar ihtiva eder. Yani ihsan, iman ve İslâm’ın ruhu gibidir. Şeriat, tarikat ve hakikat noktasından bakıldığında, İslâm ve iman ve zevken, belki bin tecrübatım var ki, mesail-i Şeriatla Sünnet-i Seniyye düsturları, emraz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emraz-ı içtimaiyede gayet nâfi’ birer devadır bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli meseleler tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece risalelerde ihsas ettiğimi ilân ediyorum. Bu dâvâmda tereddüt edenler, Risale-i Nur eczalarına müracaat edip baksınlar.
İşte böyle bir zatın Sünnet-i Seniyyesine elden geldiği kadar ittibaa çalışmak ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye için ne kadar saadetli ve hayat-ı dünyeviye için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin. şeriatla, ihsan ise hakikatle ilgilidir, marifet ve sevgi ile hakikat yani ihsan anlaşılır. İhsanın durumuna göre iman ziyadeleşir ve İslâm genişler. İhsan güzel olmak manasında hüsün kökünden türemiştir. Başkasına iyilik ve güzel iş yapmak manasına gelir. İhsanda bulunan kişiye ise muhsin denir, Kur’ân ve Hadislerde Muhsinler pek çok övülmüşlerdir. Kur’ân’da 12 yerde ihsan, 39 yerde ise muhsin kelimesi geçmektedir. Demek ki insanlar, yaptıkları iyiliklerin ihsan seviyesine ulaşması, iman ve İslâm’ın (şeriatın) ruhunun oluşması için iyiliklerin nasıl yapılacağını bilmeli ve ona göre yapmalıdır. Ehl-i sünnet uleması namazını kılan orucunu tutan salih amel işleyen umulur ki kurtulur der. İnsanın kendi için yaptığı iyiliklere hasenat, toplum için yaptıklarına ise salâhat denir.
Salih amelleri ancak, muhsinler işler. Demek ki insan medeni bir varlık olarak yaratılmış ve yardımlaşması farz kılınmıştır. Kur’ân’da, “yok mu Allah’a borç verecek, Allah’a yardım edene, Allah’ta yardım eder” gibi çok âyetler vardır. Müfessirler bu âyetlere mana verirken Allah kelimesini kaldırın onun yerine insanlar kelimesini koyarsanız mana çıkmış olur derler. Yani yok mu insanlara yardım edecek olan, yok mu insanlara borç verecek olan şeklinde manalandırılmalıdır derler.
LÛGATÇE:
LÜGATÇE: ahkâm: Emirler, hükümler.
Arş-ı Azîm-i Muhit: Cenâb-ı Allah’ın izzet, kudret ve saltanatının geniş dairesi, makamı.
bedihî: Açık, aşikâr.
cünud: Askerler.
emraz-ı içtimaiye: Sosyal hastalıklar.
emraz-ı ruhaniye ve akliye ve kalbiye: Ruh, akıl ve kalp hastalıkları.
ihsas: Hissettirme.
irşad: Doğru yolu gösterme.
ittiba: Tâbi olma, uyma.
mesail-i Şeriat: Şeriatın meseleleri, kaideleri.
müteaddit: Çok sayıda, birçok.
nâfi’: Faydalı.
re’fet: Merhamet, şeat etme.
taht-ı emir: Emir ve idare altında. Dipnotlar: 1- Eğer yüz çevirirlerse, de ki: Allah bana yeter. (Tevbe Sûresi: 129.) 2- Ey insanlar, size kendi içinizden bir peygamber geldi. (Tevbe Sûresi: 128.) Lem’alar, On Birinci Lem’a, s. 134.
Hz. Ali, insanlar işlerini ihsanla yapmalarına göre değer kazanır der. Allah yarattığı her şeyi ihsanla yarattı der. İhsan kelimesi iyiliklerde, farz olan asgarî ölçünün ötesine geçip, isteyerek ve severek daha fazlasını yapmak manasında kullanmıştır. Toplumu, yani insanları kurtarmak için gözünde ne Cennet sevgisi ve ne de Cehennem korkusu olmayanlar ihsan sahipleridir. Yani ihsan sahibi, dünyevî ve uhrevî hayatını bütün insanlar için feda edendir.
Bütün dini hizmetler bu fedakârların omuzlarında yükselmiştir. Allah, Kasas 77‘de, “Allah, sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun” der. İhsan, imanın özü, ruhu ve kemâli olduğundan, kulluk mertebelerinin en üstünüdür. Bundan dolayı, ihsan takva kapsamında değerlendirilmiştir.
Genelde peygamberler muhsinler olarak adlandırılırlar ve en büyük ihsan sahipleri kullar olarak anılırlar. Kur’ân’ın dört temel özelliğinden birisi olan adaletle ihsan eş tutulmuş, “Muhakkak ki Allah adaleti ve ihsanı emreder” denmiştir. (Nahl, 16/90) İmam-ı Gazali, “İhsan Allah’ın Muhsin isminin tecellisidir ve insan ihsanın kuludur” der.
Sünnet-i Ahmediyede hiçbir mesele yoktur ki, müteaddit hikmetleri bulunmasın. Eğer bu mevzua dair iktidar olsa, yazılsa, yetmiş değil, belki yedi bin risale, o hikmetleri bitiremeyecek.
İhsan, İman ve İslâm’dan daha derin manalar ihtiva eder. Yani ihsan, iman ve İslâm’ın ruhu gibidir. Şeriat tarikat ve hakikat noktasından bakıldığında, İslâm ve İman şeriatla, ihsan ise hakikatle ilgilidir, marifet ve sevgi ile hakikat yani ihsan anlaşılır. İhsanın durumuna göre iman ziyadeleşir ve İslâm genişler. İhsan güzel olmak manasında hüsün kökünden türemiştir.