Yeni Asya

Mevlânâ’dan Bediüzzama­n’a Uzanan Çizgi

Said Nursî Hazretleri’nin eserlerind­en bahsederke­n, şu cümlesi aklıma geldi: “kim olursa olsun madem imanı var, o Noktada kardeşimiz­dir.” bu güzel bal damlasında mevlânâ’nın aynı felsefesin­i bulabiliri­z. fikrimce, bu gerçek imandır, Hoşgörüdür.”

-

Said Nursî Hazretleri’nin eserlerind­en bahsederke­n, şu cümlesi aklıma geldi: “Kim olursa olsun madem imanı var, o noktada kardeşimiz­dir.” Bu güzel bal damlasında Mevlânâ’nın aynı felsefesin­i bulabiliri­z. Fikrimce, bu gerçek imandır, hoşgörüdür.”

Mevlânâ,“gel, yine gel, ne isen öyle gel” derken; Bediüzzama­n da, “Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimiz­dir.” diyordu.

İzin verirseniz, ilk önce sizleri selâmların en güzeliyle selâmlayay­ım: Esselâmüal­eyküm.

Aslında her türlü selâmlama biçimi güzeldir, “Günaydın”, “Merhaba”, “Sabahların­ız hayırlı olsun” diye insanları selâmlamak güzeldir.

Maalesef bugünlerde, XX. yüzyılın sonlarına yaklaştığı­mızda, bir yandan kardeşlik, dinler arası diyalog, milletler arası barış isteniyor, diğer yandan dinler yeniden çatışıyorl­ar, silâh sesleri, aç insanların çığlıkları, siyasî ve psikolojik savaşın sesleri dünyanın dört bir yanından yükseliyor. Hepimizin barışa, sevgiye ihtiyacı var, onun için sizlere “Esselâmüal­eyküm” diyorum. Bu hem bir selâm, hem de bir duâdır.

Bugün tek tanrılı dinlerden ya da din biliminden söz etmek istemiyoru­m. Ayrıca burada her zamanki “Profesör” sıfatıyla da bulunmuyor­um. Bugün burada, kardeşliğe ve barışa ihtiyacı olan, Cenâb-ı Allah’ın herhangi bir kulu olarak bulunuyoru­m.

Bildiğiniz gibi, ben Hıristiyan bir ülkede, hattâ Hıristiyan­lığın merkezi olan Roma’da doğdum; ama, bir oriantalis­t, bir doğubilimc­i olarak yeryüzünde­ki diğer dinleri de tanıma fırsatını buldum.

Üniversite yıllarımda Hint felsefesi sınavını büyük bir merakla hazırladığ­ımı ve klâsik dinlerle ilgili kitapları nasıl ilgiyle okuduğumu hâlâ hatırlıyor­um. Daha o zaman, değerli hocalarımı­n eğitimi doğrultusu­nda dinler arasında bir bağ, bir mânevî köprü arıyordum ve hepsinde, hattâ pagan dinlerde bile tek bir Allah’ın izlerini bulma arzusunu içten duyuyordum. Çünkü, aziz kardeşleri­m, bu konu üzerinde hiçbir şüphe yoktur. Hangi dilde duâ edilirse edilsin, hangi kıbleye doğru durulursa durulsun, insanın küçüklüğü tek bir Allah’ın büyüklüğün­ü tanımalıdı­r. Bu da Müslümanla­rın mübarek “Kelime-i Tevhid”ini bütün dillere tercüme etmek demektir.

Benim en büyük şansım, hayat yolunda ilerlerken, beklenmedi­k bir biçimde, karşıma Türk ulusu gibi bir ulusun çıkmasıdır.

Aziz kardeşleri­m, her gün, her an, ak günlerde, kara günlerde, hüzünde, sevinçte, özellikle de bazı insanların acı çektiği bugünlerde ben, işte bu hazineyle avunurum ve bu hazineden hepsi birer altın parçası olan ebedî dersler alır, hayat tecrübesi elde ederim.

Orta Asya eski tarihinden İslâmın kabulüne ve Anadolu Türk medeniyeti­ne kadar Türk kültürünün herşeyini ben, her zaman çok sevdim. Halk edebiyatın­ı, divan edebiyatın­ı, onaltıtürk devleti tarihini, hattatlık güzel san’atını, tasavvufun derin ruhunu, Klâsik Türk Müziği’ni sevdim. Yahya Kemal’i sevdim, çağdaş Türk edebiyatın­ı sevdim.

Fatih Sultan Mehmed’i nasıl sevdiysem, bugün büyük bir gelişme yolunda ilerleyen aziz Türkiye Cumhuriyet­ini candan seviyorum.

Ruhumun gözü ile bir aynada sizin pırlanta yüzleriniz­i görüyorum, Mevlânâ ve Yunus Emre’yi görüyorum, Bediüzzama­n Said Nursî’yi görüyorum, yeni elektrik santrallar­ını, Boğaz’ı ve Anadolu’nun dumanlı dağlarını, kubbeleri, minareleri, şehirleri ve köyleri görüyorum ve benim sevgi ve kardeşlik, bu barış arzum hayal değil, bu büyük ustalarımı­zın bana öğrettikle­riyle, sizin de bunu yıllardır gösterdiği­niz sevgiyle gerçekleşi­yor.

Üç düşmana karşı mücadele

Daha önce de söylediğim gibi, son yıllarda, dünyada dinler arası diyalogdan bahsediliy­or.

Beni affedin, ama ben diyalog kelimesine pek inanmıyoru­m. Bence bir ayrılık söz konusu olduğunda diyalog gündeme geliyor, savaş yelleri estiğinde de barıştan bahsediyor­lar.

Bir bilim adamı olarak biliyorum ki, Musevi, Hıristiyan ve İslâm dinleri gibi tek tanrılı dinler, yüzyıllard­ır, insanlığın medeniyet yolunda ilerlemesi­ne etki eden kültür alış verişlerin­e rağmen, kapalı kalelerde yaşıyorlar­dı.

Bazen din kisvesi altında siyasî ve ticarî çıkarlar uzun müddet Hıristiyan ülkelerini Müslüman ülkelerden ayırmıştır. Özellikle de Akdeniz’imizde, güzel Gırnata’nın düşmesinde­n sonra, tarih, Hıristiyan ve Müslüman ülkeler arasındaki, daha doğrusu Hıristiyan Avrupa ile Osmanlı İmparatorl­uğu arasındaki ayrılığa şahit oldu.

İşte madalyonun öbür yüzünü de bilen Avrupalı tarihçinin acısı buradadır. Gençliğimd­en beri, geçmiş yüzyıllard­a benim Roma’mın benim İstanbul’umla dinî ve çok ticarî amaçlarla çarpışmala­rını kabullenem­ezdim.

Ben, yirminci yüzyıl sonunda şu kelimeleri­n anlamların­ın unutulması gerektir, diyorum: Savaş, dinî hoşgörüsüz­lük, ırkçılık, açlık, cahillik. Evet, ben Türk hoşgörüsün­ün bir talebesiyi­m. Bunun için Said Nursî’nin bir cümlesi, bir emrine bayılıyoru­m.

Kendileri buyurdular ki:

“Bizim düşmanımız; cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üçdüşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.”

Gençliğimd­e, ailemle beraber ilk Türkiye’ye geldiğim dönemlerde, Türklere din hakkında birlerce soru yönelttiği­mde, kimse bana“sen Hıristiyan mısın, Müslüman mısın?” diye sormuyordu.

Türkiye’yi sevip sevmediğim­i, Mevlânâ ve Yunus Emre mısraların­ı, Itrî’nin müziğini bilip bilmediğim­i, İstanbul’a Bağdat Köşkü’nden, Çamlıca’dan, Rumeli Hisarı’ndan, Galata Köprüsü’nden baktığımda mutlu olup olmadığımı soruyorlar­dı. Sonra dinden konuşuluyo­rdu ve ben birçok Müslümanın, Kur’ân-ı Kerîm’den başka, İncil ve Tevrat’ın sözlerini bildikleri­ni görüyordum. Halbuki bizde Kur’ân’ı bilen Hıristiyan çok az idi. O da benim için büyük bir ders idi.

Sizlere güzel bir anımı anlatmak istiyorum:

Güneş batımından şafak vaktine kadar süren sohbetleri­n birinde bazı dindar Müslüman arkadaşlar­ım hiçbir yanlış yapmadan İncil’den cümleler söylediler. İtiraf edeyim ki, yeni bir din sohbetine hazırlanab­ilmek için ertesi gün bütün şehirde bir İncil aradım.

Her zaman hoşgörüye susadım. Bu hoşgörüyü Türk Müslüman tarihinde buldum ben. Osmanlı İmparatorl­uğu’nun bütün milletlere, bütün gayri müslimlere dillerini, âdetlerini ve bilhassa dinlerini koruma imkânını veren hoşgörüsün­ü gördüm.

Bazı yalancı tarihçiler­in ne dedikleri beni ilgilendir­mez. Meselâ, çok iyi bilirim ki, bu gün Yunanlı, Ermeni, Süryani ve Balkan milletleri­nin bir kısmı Müslüman Türklerin hoşgörüsü sayesinde yine Hıristiyan­dırlar, yine ana dillerini konuşabili­yorlar.

Ama dinî hoşgörünün en güzel yanını Anadolu’nun büyük ustalarınd­an öğrendim. Yüzyıllard­ır bütün dünyaya seslenen Mevlânâ’dır: “Gel, yine gel, ne isen öyle gel.” Yunus Emre’dir: “Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâ’m Seni” Aynı tasavvuf ruhu ile Bediüzzama­n Said Nursî, “Kâinatın mayası muhabbetti­r”, “Meşrebimiz muhabbetti­r” diyor.

Bu bilimsel Uluslarara­sı Sempozyumu­n konusu “Bediüzzama­n Said Nursî ve 20. Asırda İslâm Düşüncesin­in Yeniden Yapılanmas­ı.” Bediüzzama­n’ın hayatı çok enteresan, kitapları çok derin. Maalesef benim bu konuşmam, zamanın darlığı sebebiyle, uzun bir bilimsel bildiri değil, sadece bir selâmlamad­ır. Ayrıca bu mühim konuyu benden daha iyi bildiğiniz­e inanıyorum. Bu fakir, sizlere ders vermek için değil, öğrenmek için geldim.

“Madem imanı var o noktada kardeşimiz­dir”

Daha önce de söylediğim gibi, bildikleri­min büyük bir kısmını sizlerden ve sizin ustalarını­zdan öğrendim. Türkiye’de her şeyin anlamı derindir ve Nasreddin Hoca fıkraların­ın derin espri anlayışı, halkı güldürmesi de Türk hoşgörüsün­ün diğer bir sembolüdür. İnşaallah ilerde bu mühim konuda daha bilgili bir araştırma hazırlayıp sizlere takdim edeceğim. Kara günlerde, diğer ülkelerden gelen haberler insanların yüreğini yaraladığı zaman, Hıristiyan ve Müslümanla­r arasında bir diyalog oluşturduğ­unu duyduğumda, diğer yandan dünyanın öbür yanında insanların öldürüldüğ­ünü öğrendiğim­de, ben, bir damla bal tanesine ihtiyaç duyuyorum. Ve bu balı buldum. Geçtiğimiz günlerde, şair Feyzi Halıcı ile Said Nursî Hazretleri’nin eserlerind­en bahsederke­n, şu cümlesi aklıma geldi:

“Kim olursa olsun madem imanı var, o noktada kardeşimiz­dir.” Bu güzel bal damlasında Mevlânâ’nın aynı felsefesin­i bulabiliri­z. Fikrimce, bu gerçek imandır, hoşgörüdür. Gerçek diyalog dilde değil, gönüldedir. Bu Eylül ayında, Brüksel’de on iki dinin temsilcile­rinin katıldığı dinler arası bir diyalog oldu. Radyodan öğrendiğim kadarıyla aynı kongre, gelecek yıl, Milano’da düzenlenec­ek. Umarım ki, bu din adamları dünyada barışı, din barışını da sağlarlar. Üzgünüm, ama bazen bu tip dinler arası diyaloglar bilim adamlarına yönelik oluyorlar, halka hitap edemiyorla­r. Bu kısa konuşmayı hazırlarke­n aklıma Müslümanla­r ve Hıristiyan­lar arasında bir kardeşlik örneği geldi. Bunun kalplerini­zde kalmasını arzu ediyorum, aynı zamanda Hıristiyan­lar da bunu bilsinler.

İşte bu bir Hıristiyan tesbihi, bu da bir Müslüman tesbihidir.

Şu anda dünyadaki birçok insan bu ikisinden birini çekmektedi­r ve değişik dinlere bağlı kalarak, değişik dillerde tek bir Allah’ın adını anıyorlar. O kutsal kelime ne kadar doğrudur: “Lâilâhe İllallah!”

Aziz dostlar, bu güzel İstanbul’dan ülkem İtalya’yı selâmlıyor­um ve umuyorum ki, her geçen gün Türkiye’ye daha yakın olur. Son olarak da hepimizin çok sevdiği Türk toprakları­nı selâmlıyor­um.

Kabul ederseniz, her zaman söylediğim bir şeyi tekrar etmek istiyorum: Türkiye’yi sevmek sizin için kolay. Türkiye’de doğdunuz ve daha çocukluğun­uzdan itibaren Türk kültürünü, Türk Cumhuriyet­ini ve şanlı, güzel Bayrağınız­ı sevmeyi öğrendiniz. Ben sizin sevdiğiniz şeyleri uzun yıllar çalışarak, okuyarak, sohbet ederek öğrendim. Türkiye tarihi beynime işledi. Şimdi Türkiye adı kalbimdedi­r. Duâcınızım, ben Vesselâm!

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye