Ellerinizi en son ne zaman yıkadınız?
öyle soru mu olur?’ diyenler
Olsun.
Bu yazıdan önceki en son el yıkamamda olağanüstü şeyler hissettim. Sabunu alıp şöyle köpürte köpürte ellerimi yıkarken parmaklarımın ahenk ve uyum içinde birbirini temizlemesi bana anlamlı geldi.
Şu parmakların üç boğumu ne yüksek bir düşünce ürünü, ne hikmetli bir san’at eseri idi! Yaratıcıya hayranlığım bir kat daha arttı.
Oysa geçenlerde yaşadığım parmağımdaki küçük ağrı hayatı çekilmez hale getirmişti. Yüzümü yıkayamıyor, sair ihtiyaçlarımı ahenkle karşılayamıyordum.
Şimdi ise ellerimi, parmaklarımı ova ova yıkamanın, istediğim tonda yüzüne dokunmanın hazzını hissediyor, Rabbime bin kez daha şükrediyordum.
Kaybolunca, arızalanınca kıymeti anlaşılıyor varlığın.
Oduncular pazarında esnaf kardeşlerimle konuşurken birden gözüme bir sinek kaçtı. Birden hayat durdu adeta. Bütün mesele o sinek oldu. Bu küçücük sinek gökyüzünde o kadar alternatif yollar varken, neden hattı şaşırıp benim gözüme girmişti? Mü’min kardeşim müdahale edip o sineği çıkardı da, ‘Oh be hayat varmış!’ dedim ve hayata devam ettim.
Diyeceğim o ki, o kadar küçük şeyler var ki, aslında onlar ne kadar da büyükler, önemliler, vazgeçilmezler. Mesele bu küçük gibi gözüken şeylerin farkında olmaktır. Sayısız görmelerin lezzetini küçücük sinek hatırlatıveriyor.
On yıllardır ellerinizi yıkarken, o yıkama kesitlerinin birisinde adeta bir perde açılıp, parmaklarınızdaki Yaratılış muhteşemliğini tefekküre başlıyorsunuz. San’atçıya olan hayranlığınız bir kez daha artıyor.
Hasılı, bir şeye olağanüstü demekte ne kadar da zorlanıyoruz. Oysa aldığımız nefesler, ellerimizi yıkarken parmakların ahenkli yardımlaşması ne büyük dersler taşıyor içinde.
Normal şartlarda göremeyen insana, bazen arızalar farkındalık sağlıyor.
“Ey ehl-i hak olan ehl-i sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde alet edip, ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlûp ettikten sonra, o aleti de kıracak. Siz ehl-i tevhit olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î meseleleri bırakmak elzemdir.”
CÖMERTÇE VERENE ALLAH CÖMERTÇE VERİR
Hilal Armağan: “Malın zekâtını verirken kendi mülkümüz altındakilerin (araba ev gibi) zekâtını vermiyoruz. Diyelim ki benim kenarda birikmiş çok az miktar param var, ama başkasının milyon dolarlık arabası var. Malın zekâtını ben veriyorum, ama o vermiyor. Bunda bir adaletsizlik yok mu? (hâşâ) Sizce bu durumun sebeb-i hikmeti nedir?”
Zekât kaçırmak vergi kaçırmaktan daha beter kul hakkına girer. Vergiyi devlet takip eder. Zekâtın takipçisi ise bizzat Cenâb-ı Allah’tır. Zekâttan çalmak için ihtiyaç kalemini bilerek arttırmak ve en pahalısından temin etmek gibi su-i istimallerin takibini bizzat kader-i İlâhî yapar. Ve adaletiyle bir gün ya ondan birikmiş zekâtı birden bir musîbetle alır. Ya da eğer dünyada almazsa, âhirette alır; bu durum kişi için daha vahim bir tablodur.
Yani hiç kimsenin ibadet borcunun üstü örtülmez. Hiçbir fakirin alacağı hiçbir zenginde kalmaz. Hiçbir zengin zekâttan kaçarak veya kaçırarak ehli necat olamaz.
İslâm ile zekât emri gelmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın vermeyene iltimas geçtiğini kim söylemiş? Vermeyenin malı servetler halinde birikmişse, bu belki de bir ödül değil, ona bir cezadır. Vaktinde veren ise Allah katında kat kat kazanır.
Peygamber Efendimiz’e (asm) fakirin sadâka-i fıtır verip vermeyeceği soruldu.
Şöyle buyurdu:
“Zengin borcunu vermiş olur. Fakir verirse Cenâb-ı Hak onun yerini doldurur.”
Allah cömertliği sever. Cimriliği sevmez. Zekât ve sadâka-i fıtır gibi dinî emirler cömertliğin asgarisidir. Azamisi kişinin kendi takdirine kalmıştır. Cömertçe verirse Cenâb-ı Hak da ona cömertçe verir. Cimrice keserse ve malı elinde tutarsa Cenâb-ı Allah da tutar, elini daraltır.
MÜSLÜMAN’IN İKRAMI
Hüseyin Bey: “Bir Müslüman’dan gelen bir ikram araştırılmalı mıdır? Hüsnüzan prensibine uygun olur mu?”
“Hüsn-ü zan adem-i itimad” diye bir kelâm-ı kibar vardır. Kimse hakkında su-i zanna gitmeyelim. Ama bu herkese itimad edeceğimiz manasına gelmemelidir. Bununla beraber, aleyhine bir delil yoksa Müslüman’dan gelen ikramlar kabul edilir. Sorumluluğu kendine aittir.
Nihayet, kazancı içinde helâl kalemlerin de olduğu bilinen kişilerin helâl kısmından ikram ettiği şeklinde hüsn-ü zan edilerek ikramı kabul edilebilir.