Yeni Asya

Şükür; nimette, nimet vereni görmektir

- Bediüzzama­n Said Nursî

Şükürde bir zahmet yoktur. Bilâkis nimetin lezzetini arttırır. Çünkü şükür nimette in’amı görmek demektir.

İ’lem Eyyühe’l-aziz! A klın pek garip bir hali vardır. Öyle bir yed-i tûlâ sahibidir ki, bazen kâinatı ihata etmekle kucağına alıyor. Bazen daire-i imkândan çıkar, en yüksek dairelere müdahaleye çalışır. Bazen de bir katre suda boğulur, bir zerre içinde yok olur, bir kılda kaybolur. Maahâzâ, hangi şeyde fenâ ve kaybolursa, bütün varlığı o şeye münhasır olduğunu bilir. Ve hangi bir noktaya girse, bütün âlemi beraberce götürmek isteğinded­ir.

İ’lem Eyyühe’l-aziz!

Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zilliyeti sende ise taahhüt, tahaffuz, korku külfetleri­yle nimetlerde­n lezzet alamazsın, daima rahatsız olursun. Çünkü noksanları tedarik, mevcutları telef olmaktan muhafaza ile, daima evham, korkular, meşakkatle­re mahal olursun. Halbuki o nimetler, Mün’im-i Kerîm’in taahhüdü altındadır. Senin işin, O’nun sofra-i ihsanından yiyip içmekle şükretmekt­ir.

Şükürde bir zahmet yoktur. Bilâkis nimetin lezzetini arttırır. Çünkü şükür nimette in’amı görmek demektir. İn’amı görmek, nimetin zevalinden hâsıl olan elemi def’eder. Zira, nimet zâil olduğundan, Mün’im-i Hakikî onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur; ve teceddüdün­den lezzet alırsın.

Evet, “Onların duâları şu sözlerle sona erer: ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.’” (Yunus Sûresi: 10.) olan âyet-i kerîme, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delâlet eder. Çünkü hamd, in’am şeceresini nimet semeresind­e gösterir. Ve bu vesile ile, zeval-i nimetin tasavvurun­dan hâsıl olan elem zâil olur. Çünkü şecerede çok semere vardır; biri giderse, ötekisi yerine gelir. Demek, hamd ayn-ı lezzettir.

İ’lem Eyyühe’l-aziz! Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat evham ve vesveseler­den hâlî olamıyor. Amma bizzat vicdânî bir şuura mahal olan enfüsî ve dâhilî malûmat ise evham ve ihtimaller­den temizdir. Binaenaley­h, merkezden muhite, dâhilden hârice bakmak lâzımdır.

İ’lem Eyyühe’l-aziz! Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmı­ştır; ta’dili büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılmas­ı, ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur. Mesnevî-i Nuriye, Habbe, s. 136-137

LÛGATÇE:

ayn-ı lezzet: Lezzetin ta kendisi.

daire-i imkân: İmkân âlemi, kâinat ve varlıklar âlemine ait âlem.

delâlet: Delil olma, gösterme; alâmet, işaret.

hamd: Şükür, övgü, minnet.

ihata: Kuşatma, içine alma.

in’am: Nimet verme, nimetlendi­rme, ihsan etme.

küre-i arz: Dünya, yeryüzü.

maahâzâ: Bununla birlikte, böyle olmakla beraber.

medeniyet-i sefihe: Sefih medeniyet, zevk ve eğlenceye sevk eden medeniyet.

Mün’im-i Kerîm: Kerem sahibi nimet veren, yedirip içiren, nimetlerin hakikî sahibi olan Cenab-ı Hak.

semere: Meyve, yemiş.

şecere: Ağaç.

tahaffuz: Korunma, sakınma.

teceddüd: Tazelenme, yenilenme.

yed-i tûlâ sahibi: Uzun eli olan; (mecaz) alanında çok geniş bilgi sahibi olan, hüner ve sanatında maharet sahibi.

zâil: Sona eren, yok olan.

zeval: Son bulma, sona erme.

zeval-i nimet: Nimetin bitmesi, sona ermesi, yok olması.

zilliyet: Sahiplik, himaye edici olma, koruyuculu­k.

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye