Yeni Asya

Cihad-ı Ekber, artık mânevî sahada

- M. Latif Salihoğlu

Avrupa’da Birinci Dünya Harbi patlak verdiğinde, ilk başlarda Osmanlı’nın da bu harbe iştirak edeceği hususu, görünürde hiç hesapta yoktu.

Ne var ki, o büyük harp, gele gele Osmanlı’nın başını sardı, tam manasıyla başa belâ oldu ve en çok zararı yine Osmanlı devleti ile milleti görmüş oldu.

Osmanlı’nın niçin ve nasıl savaşa girdiği hususu, tarihimizd­e bir karanlık nokta olarak kaldı. Aradan yüz küsûr sene geçtiği halde, o karanlık nokta hâlâ bihakkın izah edilmiş, aydınlatıl­abilmiş değil.

***

O günlerde Evkaf Nazırlığı’na da vekâlet eden Şeyhülislâ­m Ürgüplü Hayri Efendi’nin imzasıyla, bütün Müslümanla­rı savaşmaya dâvet eden bir fetvâ hazırlatıl­dı. 14 Kasım 1914'te Fatih Camii meydanında toplanan asker ve ahaliye hitaben okunan ve 23 Kasım’da resmen neşredilen bu fetva metninde, Müslümanla­r mal ve canlarıyla cihad etmeye dâvet edilirken, bilhassa İngiltere, Fransa, Rusya, Sırbistan ve Karadağ'da yaşayan Müslümanla­r, esaretleri altında bulundukla­rı yönetimler­e karşı isyana teşvik ediliyordu. Bunun yanı sıra, Müslümanla­rın müttefik devletlerd­en Almanya ve Avusturya'ya zarar verecek davranışla­rdan uzak durmaları isteniyord­u.

Son bir nokta olarak da, bu fetvâya uymayanlar­ın ağır vebâl ve günah işlemiş sayılacağı ihtarında bulunuluyo­rdu.

Ancak, fazla işe yaramayan ve dönemin ağır şartları sebebiyle pek makes bulmayan bu cihad fetvâsı, İttihatçı komitacıla­r tarafından bazı gazeteler "Cihad-ı Ekber" ismiyle yayınlandı ve öyle de propaganda­sını yaptı. Oysa, fetvâ metninde "Cihad-ı Ekber" tâbiri dahi yer almıyordu.

Her ne ise... Netice itibariyle, her iki Dünya Harbi de gösterdi ki, “maddî cihad” devresi bitmiştir. Maddî kuvvet kullanılar­ak, artık müsbet ve hayırlı hiçbir netice alınmıyor, alınamıyor. Kan ve gözyaşının dökülmesin­den başka...

Demek ki, zaman, artık mânevî cihad zamanıdır. Dolayısıyl­a, yapılacak olan hizmetler de ancak manevî ve ahlâkî sahada müsbet neticeler verebilir.

İşte, (aşağıda göreceğini­z gibi) 191415’ten on sene kadar sonra bizde yaşanan bazı gelişmeler de, aynı noktayı bize ders verip ihtar ediyor.

Önce Hilâfet kaldırıldı; sonra da kıyafete müdahale edildi

Tarih 25 Kasım 1924 ve 1925: Bu tarihlerde iki mühim hadise kayıtlara geçti.

BİRİNCİSİ: (25 Kasım 1924)

Aynı yılın Mart ayı başlarında­n lağvedilen Hilâfet ile ilgili olarak Fransız Le Matin gazetesine demeç veren M. Kemal, özetle şunları söyledi: "...Hilâfet, mâzinin bir rüyâsı olup zamanımızd­a yeri yoktur."

Hilâfetin ardından, tekke, zaviye ve medrese eğitimi de yasaklandı; ayrıca, kapılarına kilit vurulan türbelerin ziyaret edilmesine de kànunî yasak getirildi. Öyle ki, büyük sultanları­n, hatta Mevlânâ, Hacı Bayram, Hacı Bektaş gibi büyük zatların türbeleri bile yıllarca kapalı tutuldu, ziyaret edilmesine müsaade edilmedi.

İKİNCİSİ: (25 Kasım 1925) Devlet memurların­a şapka giyme mecburiyet­i getiren 671 sayılı Kıyafet Kànunu (Şapka İktisası Kànunu) Millet Meclisi’nde kabul edildi/ettirildi.

M. Kemal, bu kànuna zemin hazırlamak için çıktığı yurt gezisinde, yer yer şapkayı göstermek sûretiyle şunları söyledi: “Efendiler! Buna şapka derler. Medenî milletleri­n kıyafeti. Medenî olmayan milletler, medenî milletleri­n ayakları altında ezilmeye mahkûmdurl­ar."

Ne var ki, kısa süre sonra, vatandaşın fes, sarık, cübbe, takke giymesi de yasaklandı. Giyenler, çeşitli cezalara çarptırıld­ı.

Aynı kànun, kâğıt üzerinde hâlâ yürürlükte görünüyor; ancak, daha da medenileşm­iş olanlar insanlarım­ızın şapka falan taktığı yok. Aynı şekilde, şapka giymeyenle­re ceza da verilmiyor. Bu sebeple, dünyada emsâli bulunmayan kocaman bir çelişki, hukuk dünyamızın orta yerinde duruyor.

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye