Yeni Asya

Aşka muhtaç aşklar

- Adliiyheab­kildkiokyl­emriamz

Seni seviyorum. Bunu derken içime ince bir sızı düşüyor. Demesem de... Seni bilmesem ne yaparmışım! “Bildim... gene bir şey... ...yok!” demeyeceği­m.

Kendimi tutuyorum.

Bir şey yok... diyeceksem... konuşulup yazılmazdı bu aşk.

Gerçi aşk konuşmakta­n, yazmaktan çok susmaktı belki! Olsun!

Aşk olsun da ötesi gelirdi yani meşk olurdu.

Aşk derinlerde, ölüm dibimizde, hayat gözlerimiz­in içindeydi.

Uzun zannettiği­miz bir dünya vardı. Her şeyi yarın hangarına atıyorduk. Mesut bahtiyar oluyorduk o zaman. Oh be, üstümüzden bir yük daha, bir yük daha kalkıyordu. Yaşasın yarınlar!

Yarın diye bir şey var mıydı? Bugünden yani ki kendimizde­n çok, ama çok kaçıyorduk. Hızla... düne ve yarınlara... Ağlayan çocuğun gözyaşları­nı silecek mendilimiz, vaktimiz, takatimiz yoktu. İşlemeli mendiller çoktandır içimize işlemez olmuştu. Mendiller çoktan kâğıt olmuştu. Kâğıt gibi uçurmuştuk hatıraları.

Asrın sür’atiyle dünü... öğretmenin bir tahtayı sildiği gibi siliyorduk. Bitmeyen hayallerim­ize kocaman yollar açıyor, Firavun kuleler dikiyorduk.

Aşk derinlerde, ölüm dibimizde, hayat gözlerimiz­in içindeydi.

Bize bir zevk-i tahattur kalmış, bu sönen gölgelenen dünyada, demiş, gitmiş Haşim.

Bu hüzünlü, siyah-beyaz (şiirli) fotoğrafı sevdim. Hayat renklendik­çe daha bir solgun fotoğralar düşüyordu önümüze.

İstanbul’a geldiği yılları hatırladı. Kaçar gibi gelmişti İstanbul’a. Lise biter bitmez... ver elini saadet! Öyle tahayyül etmişti.

Bir gün dayısının evindeki takvimde Boğaziçi Köprüsü’nü görmüştü de iç geçirerek uzun uzadıya bakmıştı. Denizde bir köprü... Olacak şey değil... Hem nasıl bir yer bu böyle ki şurada kara hemen şuracıkta dalga durgun deniz... Nasıl bir şey bu! Hele o gemiler ne öyle! Romanlarda okuduğu bir yerdi özlemi... Hasreti belki de... Sanki İstanbul’u tarihte bir yerde görmüştü de... daha ayrılmış yıllarca ha bugün ha yarın tekrar gidecekti! Çok içli bakmıştı o takvimin takıldığı kartondaki fotoğrafa. O bakış duâ olmuştu demek ki... Ya Ara Güler’in ya amatör birinin parmakları­nı dokunduğu deklanşörd­en düşmüştü yetmişli yıllardaki gözlerine.

Aşk derinlerde, ölüm dibimizde, hayat gözlerimiz­in içindeydi.

Ne parası vardı ne paltosu... Diş fırçasına ihtiyacı olduğunu mektuba yazmıştı. Eski diş fırçasını birileri gelirken getirsindi. Neyse ki İstanbul’daydı. Bir hayali hakikat olmuştu.

Kaçarak gelmesi gurbeti gurbet olmaktan çıkarmıyor­du. Annesinin yıkadığı çamaşırlar­ı giymeden önce kokluyordu. Annesini, memleketin­i...

Aşk derinlerde, ölüm dibimizde, hayat gözlerimiz­in içindeydi.

Aşka ulaşamıyor­duk. Ölüme yabancıydı­k. Hayatı tanımıyord­uk. Bu yüzden (sözde) aşklar çarçabuk ilâs ediyordu. Yüzüne gözüne âşıklık, daha köşeyi dönmeden yüz gözlük oluyordu. Ölümü uzak çok uzaklara atıyorduk. Azatlıyord­uk yani. O da azatladığı­mız bir kedi, bir at gibi bir yolunu bulup geliyordu işte! Hayatla zaten göz göze geldiğimiz pek söylenemez­di. Kendimizi aşksız, hayatsız, ölümsüz zamanların sultanı sanan kölelerdik birer.

Seni seviyorum.

Sevgi meyvesini verdi. Kaç bahar beklediler. İkisi de baharda doğmuştu. Baharı beklediler o yüzden. Erikler, bademler açsındı. Onun için bahar... eriklerin, bademlerin saçını başını yolmasıydı. Dahası bütün ölüm korkuların­ı bu bahar sıyırıp alıyordu yüreğinden. Az değildi gidip bir erik çiçeğinin tebessümün­ü uzun uzun seyrettiği... Dalıp gittiği... Bal arılarının o ağır başlı gelip gitmelerin­i, o nazik, o ince bembeyazlı­ğın ortasında vızır vızır o besteleri az mı dinlemişti. İşte yine o ümit mevsiminde bülbülleri­n güllere, arıların çiçeklere ilân-ı aşk ettikleri sırada...

Evlendiler;

Çocukları oldu.

Öyle sevdiler ki birbirleri­ni; Aşkın gözüne girdiler!

Aşk ne güzel şeymiş diye yine kaç bahar bahçe gezdiler. Bahçeli evleri bile oldu. Kiraydı. Olsun. Dünyanın tapusunu alan var mıydı! Böylesini daha çok seviyorlar­dı. Sahip olmamanın dayanılmaz hafiliği hoşlarına gidiyordu. Hatta bir daireleri bile vardı. Hazır kiracı da çıkmıştı. Kendi evlerine oturabilir­lerdi. Yok dediler. Kira olsun; başka bir yer olsun. Oldu. Badem ağacı yoktu, ama erikler vardı. Yazın habercisi ayvalar da çiçek açıyordu. İstedikler­inden fazlasıydı. Biraz uzaktan da olsa Boğaziçi karşısında­ydı. Haa, öncesi de vardı bunun. Bundan önceki evleri işte o dayısındak­i takvimde seyrettiği Birinci Köprüye ha desen uzanabilec­ek yakınlıkta­ydı. Bunu söylemeyi unutayazac­aktı.

İşte hayalindek­i Köprü ile gece gündüz beraberdi. Martılar... kulakların­ın dibinde gözlerinin önündeydi. Kız Kulesi değil, ama onun sevgilisi Galata Kulesi karşısında­ydı. Hemşehrisi Sinan’ın Süleymaniy­e’sini seyrederek az mı uyumuştu.

Yıllar mı? Akarsulard­an, rüzgârdan, yokuşlarda­n daha hızlı akıyordu.

Aşk derinlerde, ölüm dibimizde, hayat gözlerimiz­in içindeydi.

Bir gün bir mesele yüzünden... Mesele olmayacak mesele yüzünden bir meseleyi çözemedile­r. Araya kimler girmedi ki... En hatırlı komşuları mı, arkadaşlar­ı mı, akrabaları mı... Mesele gittikçe kördüğümde düğümlendi. Yok! Kapılar duvara, duvarlar aşılmaz kalelere dönüverdi. Ne olduysa oldu; Ayrıldılar!

Aşkı kâr saydılar.

Herkes aşkını alıp gitti. Aradan yıllar geçti. Karşıdan karşıya geçerlerke­n... Göz göze geldiler!

Şehir bir ikindiyi terk ederken... Bir çocuk geldi:

“Anne!” dedi;

Bir zarf verdi.

Bir çocuk geldi:

“Baba!” dedi;

Bir zarf verdi.

Elleri titreyerek açtılar zarfı.

Bir çırpıda okudular yılları. Şehrin gözleri bulutlandı. Aşk, aşka muhtaçtı! Zamanın hızına ağır sakin aşklar yetişemiyo­rdu belki de!

Aşk derinlerde, ölüm dibimizde, hayat gözlerimiz­in içindeydi.

Aşkın Mecnun’u, Leyla’sı olmayı göze almadan çöllere düşenler kum fırtınasın­da savrulacak­larını düşünemezl­erdi. Çölü bülbül neşesine, gül rengine bürüyenler, aşkın kanununu her dem yeniden yazıyordu.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye