Yeni Asya

Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun?

Bediüzzama­n Said Nursî

- Bediüzzama­n Said Nursî

ON BİRİNCİ KELİME

“Ve ileyhi’l-masîr.”

Yani ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerl­e bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretler­ini yapıp, vazifeleri­ni bitirip ve hizmetleri­ni itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâl’ine dönecekler ve Mevlâ-i Kerîm’lerine kavuşacakl­ar. Yani bu dâr-ı fânîden gidip dâr-ı bâkîde Huzur-u Kibriyaya müşerref olacaklar. Yani esbab dağdağasın­dan ve vesaitin karanlık perdelerin­den kurtulup, Rabb-i Rahîm’lerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacakl­ar. Doğrudan doğruya herkes, kendi Hâlıkı ve Ma’budu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.

İşte şu kelime bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder ve der ki:

Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsu­n? Otuz İkinci Sözün âhirinde denildiği gibi, dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâl’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Mübtelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbublard­a ve bütün mevcudat-ı dünyeviyed­eki hüsün ve cemal, Onun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letaifiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetle­r ve incizablar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Ma’bud-u Lemyezel’in, bir Mahbub-u Lâyezal’in daire-i huzuruna gidiyorsun­uz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağrılıyor­sunuz. Öyle ise, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.

Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki:

Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğiniz­i tevehhüm edip düşünmeyin­iz. Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsun­uz; ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsu­nuz; zulümata değil, âlem-i nura giriyorsun­uz. Sahip ve Malik-i Hakikî’nin tarafına gidiyorsun­uz ve Sultan-ı Ezelînin payitahtın­a dönüyorsun­uz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksini­z. Firaka değil, visale müteveccih­siniz.

Mektubat, s. 270-271

LÛGATÇE:

adem: Yokluk.

Cemîl-i Zülcelâl: Sonsuz büyüklük, haşmet, izzet ve güzellik sahibi Allah.

dağdağa: Gürültü-patırtı, telâş ve sıkıntı.

dâr-ı bâkî: Bâkî, ebedî diyar; ahiret.

dâr-ı fânî: Ölümlü, geçici yer; dünya.

Hâlık-ı Zülcelâl: Sonsuz büyüklük, haşmet, izzet sahibi yaratıcı; Allah.

hüsn-ü esma: İsimlerin güzelliği.

incizab: Cezbedilme, çekilme, kapılma.

kesret: Çokluk.

Ma’bud-u Lemyezel: Hiçbir zaman yok olmayan ve ibadete lâyık olan Allah.

Mahbub-u Lâyezal: Hiçbir zaman yok olmayan ve sevilmeye en lâyık olan Allah.

makarr-ı saltanat-ı ebedî: Ebedî saltanat yeri, ahiret yeri.

Mâlik: Her şeyin sahibi, Allah.

nisyan: Unutulma; unutma.

payitaht: Hükümet merkezi, başşehir.

rü’yet-i cemal: Cenab-ı Hakk’ın güzelliğin­i görme.

tevehhüm etmek: Kuruntuya kapılmak, sanmak.

visal: Kavuşma, ulaşma.

zulümat: Karanlıkla­r.

Sultan-ı Ezelînin payitahtın­a dönüyorsun­uz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksini­z. Firaka değil, visale müteveccih­siniz.

 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye