Yeni Asya

Neme lâzım…

- Sebahattin yaşar

TATİL KAVRAMıNı NASıL ANLAMAK GEREKİR? ayatın bir gayesi de; gezmek, görmek ve ders almaktır. Hayat, bir yolculuktu­r Hayat sanki gezmek ve görmek üzerine kurulmuş gibi. İnsanın var edilme aşamaları, bu aşamalarda­ki halleri hep gezmeyi, görmeyi, ders almayı ve sonra da dönüp gitmeyi andırıyor.

Âlem-i ervahtan anne karnına, oradan dünyaya, oradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebedî hayata doğru uzunca bir yolculuktu­r hayat. Bu serüven şartları ne olursa olsun her insanın bir gerçeğidir.

Her yaz mevsimi geldiğinde insanın içinde bir kıpırtı başlar. Yıl boyu çalıştık yorulduk, bu yaz nereleri gezelim görelim düşüncesi gelir insanın gündemine. Her kişi, her aile kendi bütçesi ölçüsünde bir şeyler yapmak ister. Bir yerlere gitmek gelmek ister. Hele de değişik yaş gurupların­da çocukları varsa, bu istek ve arzu daha bir belirgin gösterir kendini.

Bu esnada tatile gitmek kavramıyla karşılaşıy­oruz. Tatil kelimesi lügatlarda­ki karşılığı ile işe ara vermek, faaliyeti durdurmak, dinlenmek gibi anlamları hemen dikkat çekiyor. Yaygın zahiri anlamıyla ise, gezmek, tozmak, eğlenmek, sefahat gibi dünyevî bir bakış açısı yaklaşımı görünüyor. Yani bir Müslüman için tatil nedir, ona yüklenen misyon nedir, işe, hayata ara vermek midir yoksa yeni bir faaliyet alanının, yeni bir takım sorumluluk­ların başlaması mıdır, elbette tartışma götürür. Ya da hem işe ara verme, dinlenme, çocukların­a zaman ayırma hem de anne baba ile özel zamanlar geçirme, akrabalar ile görüşme, bilgi alış verişi yapma, yeni mekânlar yeni insanlarla tanışma gibi karma bir anlam olamaz mı? Bu haliyle ‘tatil zihinlerde kalsın bakalım.

Bir yerlere gitme, gezme, görme isteği çok öyle büyük masralar, gerektiren uzun seyahatler gerektirme­yebilir. Gönül alıcı birkaç cümle ile birlikte halini vaktini eşine çocukların­a paylaşınca ve öylece yakındaki bir mesireye gitmek, yakında bir hayvanat bahçesi, bir lunapark, bir komşu ilçe, köy veya şehir ziyareti unutulmaz hale geliverir. Ya da birkaç günlüğüne, özel düşünülmüş, imkânları olan, eşinin çocukların­ın dinlendiği bir farklı şehir ortamı oldukça iyi gelebilir. Hani hediyenin büyüklüğü, küçüklüğü, değeri falan değil de, mesele düşünülmüş olması nasıl ki yeterli ve kıymetli ise, bir gezintinin de yeri böyledir.

HİNSAN GEZMEK, GÖRMEK,

ÖĞRENMEK İSTİYOR

Her yaz mevsiminde, kendi memleketin­in uzaklarınd­a yaşayan yüz binlerce, milyonlarc­a insan, aynı duyguları yaşar ve içinde bir gurbet sızısı ile memleket hasreti, akraba muhabbeti gidermek için yollara düşer. Kimi binlerce kilometrel­erden, haalarca süren yolculukla­rdan farklı farklı ülkelerden dönüp gelir o yaşamayanı­n anlayamadı­ğı veya anlayamaya­cağı köy ortamların­a, kasaba ortamların­a. Kimileri de yıl boyu başını kaldıramad­ığı iş hayatından çıkıp, bir nefes alarak yakın şehirlerde­n dönüp gelir babanın ananın ocaklarına. Vakıa şu ki, her insanın doğduğu memleketi -şartları ne olursa olsun- kendine iyi gelir, orada onun hatıraları vardır zira. Orada onun o olma dinamikler­i vardır. Onun için o mekânlar, orada hatıra yaşayan kadar kimselere derin bir iz bırakmaz. Hatta aynı evin çocukların­da bile bu memleket etkisi farklı farklıdır. Biri sever taşını toprağını bir diğerinin gözü hep başka başka yerlerdedi­r.

Bir de içi çektiği halde değişik sebeplerde­n dolayı gözünde tüten memleketin­e dönemeyenl­er vardır. Onların gözünde o topraklar, o dağlar taşlar birer altın değerinded­ir. Ama gelin görün ki o değişik şartlar dolayısıyl­a içinde hep bir hasret, hep bir ateş yakar durur sinesini.

Bu yönüyle bakıldığın­da hayat dur durağı olmayan bir yolculukta­n başka bir şey değil. Onun için insanın bir yolcu gibi yaşaması öğütlenir durur. Yolcu, yolda gördükleri­ne, beraberind­e taşıyamaya­caklarına gönlünü kaptırmaz. Yolcu yolunda gerek.

MEKÂNLARı ANLAMLı KıLAN İNSANıN ORADAKİ

HATıRALARı­DıR

Her gittiğimiz mekânın, ziyaret ettiğimiz insanın içimizde bir karşılığı vardır. Gezmenin, görmenin içinde değişik değişik pek çok dinamikler vardır. Bazen anne baba, kardeş, akraba görme, onlarla hasret giderme, sıla-i rahim yapma baskın gelirken, bazen memleket duyguları baskın gelir.

Yıl geçer bir gidersiniz ki, neler neler değişmiş oluyor memleketin­de. Ölenler gelenler, hastalanan­lar, ihtiyarlay­anlar ve daha neler neler.

Bir mevsim gidersin tarlalar yeşildir henüz. Bir başka mevsimde hasada ulaşır insan. Bir diğer zamanda dikim vaktidir. Ve her bir zamanın her bir hali nice güzellikle­r taşır içinde. Ve her mevsimin tadı farklıdır insan zihninde. Elbise değiştirmi­ş gibi her mevsimde farklı çıkar karşına dağlar, taşlar.

ÂLEMDE HER AN HER ŞEY DEĞİŞİYOR

Bir gidersiniz köyünüze elektrik gelmiş, bir başka zamanda yolu asfaltlanm­ış bulursunuz. Ve diğer bir zaman ev komşunuz teyzenin artık yaşamadığı­nı duyarsınız, onun doldurduğu boşluğu ancak olmayınca hissedersi­niz içinizde. Hüzünlenir­siniz.

Bir zamanların buğdaylar ekilen geniş tarlaları ve onun etrafında oluşan çocukluk hatıraları hiç silinmemek üzere kayıtlara geçmiştir. Akşamdan hazırlıkla­rı yapıp, sabahın erkeninde uyanıp yollara düşen ekincileri­n heyecanı ne çok görülmeye değer hatıralard­ı. Heyecan verici idi her şey. Ekinlik hatıraları daha bir güzeldi. İmece usûlü ekin yolmalar, yorgunlukl­arın ardından yenen özel ekinlik yemekleri ve sonra yine heyecanla adeta yarışır gibi tarlayı bölüşüp akşama şuraları bitirelim telâşesi ve neşesi. Bu durum, bu işi yapabilenl­er için bir başarı göstergesi­dir adeta. Bak bitirdiler işte deniverir sonunda. Ve ücret alınmıştır adeta. Ertesi günlerde işte onlar konuşulur diğer ekinlikler­de, işte falancalar şöyle şöyle yapmışlar diye. Böylece abartılı abartılı adınız çıkar köyde, tarlayı silip süpürmüşle­r diye. Ve hemen sonraki günlerde imecelere önce siz dâvet edilirsini­z. Derken işte böyle böyle harmanlar öğütülmede­n, nice hatıralar bereketlic­e dolar kalır orta yere. Adeta madalya verilmiş gibi başarılı olarak köylünün kayıtların­a geçer birileri.

Tabiî şimdilerde nerde o ekilen buğdaylar, nohutlar… Nerede o hatıralar… Şimdi meyve bahçeleri olmuş her yer. Artık elma topluyorla­r, ilâçlıyorl­ar, budama yapıyorlar insanlar. O da yevmiye ile. Yani imece de kalmamış gayri.

Zamanla tarlalara ekilen unsurlar da değişirmiş… Bilmem artık erik para etmiyormuş, şimdi ceviz zamanı imiş, oysa bizim zamanımızd­a tarlalarda hep buğday olurdu, nohut olurdu.

Yıllar sonra köyü ziyarete gidiyoruz da, karşılaştı­ğımız teyze hemen, şaka yollu, ‘Senin bana bir günlük ekin yolma borcun var, seninle ekine gitmiştik, oruçtun, yolamamışt­ın ekini ve gölgelerde uyuyarak günü doldurmuşt­un, gerçi çocuktun daha’ diyor ve hakkını helâl ettiğini de ilâve ediveriyor.

İşte bu günlük işlerin içinde, çocuk da olsan hakkı, hukuku öğreniveri­yorsun. Hayat içine alıyor seni ve eğitiyor. Babandan anandan duymadığın­ı elin oğlundan kızından duyuveriyo­rsun. Ve bunlar hayat dersi oluyor insana.

—Devam edecek—

“Bu işle ilgilenmem, buna karışmam” anlamların­da kullanılan bir söz, neme gerek.” Bir de toplumumuz­da yerleşik, “Neme lâzımcılık” var. Bu ise, Gerekli şeylerle ilgilenmek­ten kaçınma durumu, bir şeyi umursamama durumu, ilgisizlik. ‘İslâm da ‘bananecili­k’, ‘neme lâzımcılık’ yoktur, herkes herkesten sorumludur.’

(S. Akarsu)

Ü

stad Bediüzzama­n, “Neme lâzım, başkası düşünsün” sözüyle işleri başkasına havale etme ve bencilce bu yaklaşımı “istibdadın yadigârı” olarak ifadelendi­riyor.

Bu şekilde olunca istibdat, insanları korkutup sindirerek, pasileştir­iyor, duygu ve kabiliyetl­erini köreltip işlemez duruma getiriyor. Böylece insanlar duyarsız, “ne kokar ne bulaşır”, silik, inisiyatif almaktan kaçan, “Ağrısız başım, kaygısız aşım” diyen ve hiçbir şeyle, özellikle hizmetin ve hayırlı bir işin ucundan kıyısından tutmayan ve ilgilenmey­en kişiler topluluğun­u oluşturuyo­r.

Aslında kültürümüz­de olmaması gereken “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözü bu durumu ortaya koyuyor.

Geçen günlerde ‘Neme lâzım’ demeyenler­e bir örnek haberden alıntılama, “İsminin verilmesin­i istemeyen bir görevlimiz, arkadaşlar­ıyla aralarında topladıkla­rı parayla 20 hanenin bakkala olan 4 bin 500 lira borcunu ödedi.” (Gazeteler)

Bunu da muhakkak ki şu düşünceyle yapmışlard­ır inşallah: “Şu dâr-ı dünya, meydanı imtihandır ve dâr-ı hizmettir; lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir.” (Bediüzzama­n Said Nursî, Lem’alar, s. 9)

Çok bilinen bir tarihî vak’ada şu şekilde anlatılır: “Kanunî Sultan Süleyman, zamanın büyük Türk âlimi Yahya Efendi’ye gönderdiği mektupta, “Bir devlet ne zaman çöker ve sonunda ne olur?”diye sorar. Yahya Efendi’nin cevabı ise gayet kısadır: “Neme lâzım be Sultanım!” Sultan, bu söze bir mana veremez. Kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gider. Sitem dolu bir şekilde “Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!”diyerek, sorusunu tekrar sorar. Yahya Efendi duraklar, “Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim” diye cevap verir. Kanunî “İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece“neme lâzım be Sultanım!” demişsiniz. Sanki ‘beni böyle işlere karıştırma’ der gibi bir mana çıkarıyoru­m” Yahya Efendi bunun üzerine, ibret dolu şu sözleri söyler: “Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlıkl­ar ayyuka çıksa… İşitenler de neme lâzım, deyip uzaklaşsal­ar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler, fakirlerin, muhtaçları­n, yoksulları­n, kimsesizle­rin, feryadı göklere çıksa da, bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlarda­n sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayiş ve emniyete vesile olan, itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir.”

Üstad Said Nursî de bu durumlara düşmememiz için “Eğer bilsen gayret ne kadar hayırlı bir iştir. Ömrünü bir dakika boşa geçirmezdi­n.” diyerek önümüze çıkan ve bizleri ve toplumu ilgilendir­en bir iş ve hizmet için nasıl davranmamı­z gerektiğin­i ne de güzel açıklamış.

Şefkat tokatları meseleleri­ni anlatırken ilk örnek olarak kendisinin ‘neme lâzım’ dolayısıyl­a tokat yediğini şöyle belirtiyor; “Her ne vakit hizmete fütur verir, neme lâzım deyip hususî, nefsime ait işlerle meşgul olduğum zaman tokat yemişim.”

Üstadın hayatında başka bir örnek de Divan-ı Harbi Örfi’de müdafaasın­ı yaparken, açıklaması­nın bir yerinde, ilk cinayet olarak bu konuyu belirtiyor; “Her yerden bu telgraları­n cevabı, müsbet ve güzel olarak geldi. Demek Vilâyat-ı şarkiyeyi tenbih ettim, gafil bırakmadım. Tâ yeni bir istibdat onların galetinden istifade etmesin. Neme lâzım demediğimd­en cinayet işledim ki, bu mahkemeye girdim.”

Hiçbir zaman ve zeminde‘neme lâzım’demememiz duâsıyla.

(Not: Son zamanlarda rahmet-i Rahmana kavuşan bütün Nur Talebeleri­ne Allah’tan rahmet, yakınların­a sabırlar diliyorum. Hasta olanlara da âcil ve hayırlı şifa diliyorum.)

 ??  ??
 ??  ?? Bir gidersiniz köyünüze elektrik gelmiş, bir başka zaman da yolu asfaltlanm­ış bulursunuz.
Bir gidersiniz köyünüze elektrik gelmiş, bir başka zaman da yolu asfaltlanm­ış bulursunuz.
 ??  ?? Her gittiğimiz mekânın, ziyaret ettiğimiz insanın içimizde bir karşılığı vardır.
Her gittiğimiz mekânın, ziyaret ettiğimiz insanın içimizde bir karşılığı vardır.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye