Neme lâzım…
TATİL KAVRAMıNı NASıL ANLAMAK GEREKİR? ayatın bir gayesi de; gezmek, görmek ve ders almaktır. Hayat, bir yolculuktur Hayat sanki gezmek ve görmek üzerine kurulmuş gibi. İnsanın var edilme aşamaları, bu aşamalardaki halleri hep gezmeyi, görmeyi, ders almayı ve sonra da dönüp gitmeyi andırıyor.
Âlem-i ervahtan anne karnına, oradan dünyaya, oradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebedî hayata doğru uzunca bir yolculuktur hayat. Bu serüven şartları ne olursa olsun her insanın bir gerçeğidir.
Her yaz mevsimi geldiğinde insanın içinde bir kıpırtı başlar. Yıl boyu çalıştık yorulduk, bu yaz nereleri gezelim görelim düşüncesi gelir insanın gündemine. Her kişi, her aile kendi bütçesi ölçüsünde bir şeyler yapmak ister. Bir yerlere gitmek gelmek ister. Hele de değişik yaş guruplarında çocukları varsa, bu istek ve arzu daha bir belirgin gösterir kendini.
Bu esnada tatile gitmek kavramıyla karşılaşıyoruz. Tatil kelimesi lügatlardaki karşılığı ile işe ara vermek, faaliyeti durdurmak, dinlenmek gibi anlamları hemen dikkat çekiyor. Yaygın zahiri anlamıyla ise, gezmek, tozmak, eğlenmek, sefahat gibi dünyevî bir bakış açısı yaklaşımı görünüyor. Yani bir Müslüman için tatil nedir, ona yüklenen misyon nedir, işe, hayata ara vermek midir yoksa yeni bir faaliyet alanının, yeni bir takım sorumlulukların başlaması mıdır, elbette tartışma götürür. Ya da hem işe ara verme, dinlenme, çocuklarına zaman ayırma hem de anne baba ile özel zamanlar geçirme, akrabalar ile görüşme, bilgi alış verişi yapma, yeni mekânlar yeni insanlarla tanışma gibi karma bir anlam olamaz mı? Bu haliyle ‘tatil zihinlerde kalsın bakalım.
Bir yerlere gitme, gezme, görme isteği çok öyle büyük masralar, gerektiren uzun seyahatler gerektirmeyebilir. Gönül alıcı birkaç cümle ile birlikte halini vaktini eşine çocuklarına paylaşınca ve öylece yakındaki bir mesireye gitmek, yakında bir hayvanat bahçesi, bir lunapark, bir komşu ilçe, köy veya şehir ziyareti unutulmaz hale geliverir. Ya da birkaç günlüğüne, özel düşünülmüş, imkânları olan, eşinin çocuklarının dinlendiği bir farklı şehir ortamı oldukça iyi gelebilir. Hani hediyenin büyüklüğü, küçüklüğü, değeri falan değil de, mesele düşünülmüş olması nasıl ki yeterli ve kıymetli ise, bir gezintinin de yeri böyledir.
HİNSAN GEZMEK, GÖRMEK,
ÖĞRENMEK İSTİYOR
Her yaz mevsiminde, kendi memleketinin uzaklarında yaşayan yüz binlerce, milyonlarca insan, aynı duyguları yaşar ve içinde bir gurbet sızısı ile memleket hasreti, akraba muhabbeti gidermek için yollara düşer. Kimi binlerce kilometrelerden, haalarca süren yolculuklardan farklı farklı ülkelerden dönüp gelir o yaşamayanın anlayamadığı veya anlayamayacağı köy ortamlarına, kasaba ortamlarına. Kimileri de yıl boyu başını kaldıramadığı iş hayatından çıkıp, bir nefes alarak yakın şehirlerden dönüp gelir babanın ananın ocaklarına. Vakıa şu ki, her insanın doğduğu memleketi -şartları ne olursa olsun- kendine iyi gelir, orada onun hatıraları vardır zira. Orada onun o olma dinamikleri vardır. Onun için o mekânlar, orada hatıra yaşayan kadar kimselere derin bir iz bırakmaz. Hatta aynı evin çocuklarında bile bu memleket etkisi farklı farklıdır. Biri sever taşını toprağını bir diğerinin gözü hep başka başka yerlerdedir.
Bir de içi çektiği halde değişik sebeplerden dolayı gözünde tüten memleketine dönemeyenler vardır. Onların gözünde o topraklar, o dağlar taşlar birer altın değerindedir. Ama gelin görün ki o değişik şartlar dolayısıyla içinde hep bir hasret, hep bir ateş yakar durur sinesini.
Bu yönüyle bakıldığında hayat dur durağı olmayan bir yolculuktan başka bir şey değil. Onun için insanın bir yolcu gibi yaşaması öğütlenir durur. Yolcu, yolda gördüklerine, beraberinde taşıyamayacaklarına gönlünü kaptırmaz. Yolcu yolunda gerek.
MEKÂNLARı ANLAMLı KıLAN İNSANıN ORADAKİ
HATıRALARıDıR
Her gittiğimiz mekânın, ziyaret ettiğimiz insanın içimizde bir karşılığı vardır. Gezmenin, görmenin içinde değişik değişik pek çok dinamikler vardır. Bazen anne baba, kardeş, akraba görme, onlarla hasret giderme, sıla-i rahim yapma baskın gelirken, bazen memleket duyguları baskın gelir.
Yıl geçer bir gidersiniz ki, neler neler değişmiş oluyor memleketinde. Ölenler gelenler, hastalananlar, ihtiyarlayanlar ve daha neler neler.
Bir mevsim gidersin tarlalar yeşildir henüz. Bir başka mevsimde hasada ulaşır insan. Bir diğer zamanda dikim vaktidir. Ve her bir zamanın her bir hali nice güzellikler taşır içinde. Ve her mevsimin tadı farklıdır insan zihninde. Elbise değiştirmiş gibi her mevsimde farklı çıkar karşına dağlar, taşlar.
ÂLEMDE HER AN HER ŞEY DEĞİŞİYOR
Bir gidersiniz köyünüze elektrik gelmiş, bir başka zamanda yolu asfaltlanmış bulursunuz. Ve diğer bir zaman ev komşunuz teyzenin artık yaşamadığını duyarsınız, onun doldurduğu boşluğu ancak olmayınca hissedersiniz içinizde. Hüzünlenirsiniz.
Bir zamanların buğdaylar ekilen geniş tarlaları ve onun etrafında oluşan çocukluk hatıraları hiç silinmemek üzere kayıtlara geçmiştir. Akşamdan hazırlıkları yapıp, sabahın erkeninde uyanıp yollara düşen ekincilerin heyecanı ne çok görülmeye değer hatıralardı. Heyecan verici idi her şey. Ekinlik hatıraları daha bir güzeldi. İmece usûlü ekin yolmalar, yorgunlukların ardından yenen özel ekinlik yemekleri ve sonra yine heyecanla adeta yarışır gibi tarlayı bölüşüp akşama şuraları bitirelim telâşesi ve neşesi. Bu durum, bu işi yapabilenler için bir başarı göstergesidir adeta. Bak bitirdiler işte deniverir sonunda. Ve ücret alınmıştır adeta. Ertesi günlerde işte onlar konuşulur diğer ekinliklerde, işte falancalar şöyle şöyle yapmışlar diye. Böylece abartılı abartılı adınız çıkar köyde, tarlayı silip süpürmüşler diye. Ve hemen sonraki günlerde imecelere önce siz dâvet edilirsiniz. Derken işte böyle böyle harmanlar öğütülmeden, nice hatıralar bereketlice dolar kalır orta yere. Adeta madalya verilmiş gibi başarılı olarak köylünün kayıtlarına geçer birileri.
Tabiî şimdilerde nerde o ekilen buğdaylar, nohutlar… Nerede o hatıralar… Şimdi meyve bahçeleri olmuş her yer. Artık elma topluyorlar, ilâçlıyorlar, budama yapıyorlar insanlar. O da yevmiye ile. Yani imece de kalmamış gayri.
Zamanla tarlalara ekilen unsurlar da değişirmiş… Bilmem artık erik para etmiyormuş, şimdi ceviz zamanı imiş, oysa bizim zamanımızda tarlalarda hep buğday olurdu, nohut olurdu.
Yıllar sonra köyü ziyarete gidiyoruz da, karşılaştığımız teyze hemen, şaka yollu, ‘Senin bana bir günlük ekin yolma borcun var, seninle ekine gitmiştik, oruçtun, yolamamıştın ekini ve gölgelerde uyuyarak günü doldurmuştun, gerçi çocuktun daha’ diyor ve hakkını helâl ettiğini de ilâve ediveriyor.
İşte bu günlük işlerin içinde, çocuk da olsan hakkı, hukuku öğreniveriyorsun. Hayat içine alıyor seni ve eğitiyor. Babandan anandan duymadığını elin oğlundan kızından duyuveriyorsun. Ve bunlar hayat dersi oluyor insana.
—Devam edecek—
“Bu işle ilgilenmem, buna karışmam” anlamlarında kullanılan bir söz, neme gerek.” Bir de toplumumuzda yerleşik, “Neme lâzımcılık” var. Bu ise, Gerekli şeylerle ilgilenmekten kaçınma durumu, bir şeyi umursamama durumu, ilgisizlik. ‘İslâm da ‘bananecilik’, ‘neme lâzımcılık’ yoktur, herkes herkesten sorumludur.’
(S. Akarsu)
Ü
stad Bediüzzaman, “Neme lâzım, başkası düşünsün” sözüyle işleri başkasına havale etme ve bencilce bu yaklaşımı “istibdadın yadigârı” olarak ifadelendiriyor.
Bu şekilde olunca istibdat, insanları korkutup sindirerek, pasileştiriyor, duygu ve kabiliyetlerini köreltip işlemez duruma getiriyor. Böylece insanlar duyarsız, “ne kokar ne bulaşır”, silik, inisiyatif almaktan kaçan, “Ağrısız başım, kaygısız aşım” diyen ve hiçbir şeyle, özellikle hizmetin ve hayırlı bir işin ucundan kıyısından tutmayan ve ilgilenmeyen kişiler topluluğunu oluşturuyor.
Aslında kültürümüzde olmaması gereken “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözü bu durumu ortaya koyuyor.
Geçen günlerde ‘Neme lâzım’ demeyenlere bir örnek haberden alıntılama, “İsminin verilmesini istemeyen bir görevlimiz, arkadaşlarıyla aralarında topladıkları parayla 20 hanenin bakkala olan 4 bin 500 lira borcunu ödedi.” (Gazeteler)
Bunu da muhakkak ki şu düşünceyle yapmışlardır inşallah: “Şu dâr-ı dünya, meydanı imtihandır ve dâr-ı hizmettir; lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 9)
Çok bilinen bir tarihî vak’ada şu şekilde anlatılır: “Kanunî Sultan Süleyman, zamanın büyük Türk âlimi Yahya Efendi’ye gönderdiği mektupta, “Bir devlet ne zaman çöker ve sonunda ne olur?”diye sorar. Yahya Efendi’nin cevabı ise gayet kısadır: “Neme lâzım be Sultanım!” Sultan, bu söze bir mana veremez. Kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gider. Sitem dolu bir şekilde “Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!”diyerek, sorusunu tekrar sorar. Yahya Efendi duraklar, “Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim” diye cevap verir. Kanunî “İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece“neme lâzım be Sultanım!” demişsiniz. Sanki ‘beni böyle işlere karıştırma’ der gibi bir mana çıkarıyorum” Yahya Efendi bunun üzerine, ibret dolu şu sözleri söyler: “Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlıklar ayyuka çıksa… İşitenler de neme lâzım, deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıksa da, bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayiş ve emniyete vesile olan, itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir.”
Üstad Said Nursî de bu durumlara düşmememiz için “Eğer bilsen gayret ne kadar hayırlı bir iştir. Ömrünü bir dakika boşa geçirmezdin.” diyerek önümüze çıkan ve bizleri ve toplumu ilgilendiren bir iş ve hizmet için nasıl davranmamız gerektiğini ne de güzel açıklamış.
Şefkat tokatları meselelerini anlatırken ilk örnek olarak kendisinin ‘neme lâzım’ dolayısıyla tokat yediğini şöyle belirtiyor; “Her ne vakit hizmete fütur verir, neme lâzım deyip hususî, nefsime ait işlerle meşgul olduğum zaman tokat yemişim.”
Üstadın hayatında başka bir örnek de Divan-ı Harbi Örfi’de müdafaasını yaparken, açıklamasının bir yerinde, ilk cinayet olarak bu konuyu belirtiyor; “Her yerden bu telgraların cevabı, müsbet ve güzel olarak geldi. Demek Vilâyat-ı şarkiyeyi tenbih ettim, gafil bırakmadım. Tâ yeni bir istibdat onların galetinden istifade etmesin. Neme lâzım demediğimden cinayet işledim ki, bu mahkemeye girdim.”
Hiçbir zaman ve zeminde‘neme lâzım’demememiz duâsıyla.
(Not: Son zamanlarda rahmet-i Rahmana kavuşan bütün Nur Talebelerine Allah’tan rahmet, yakınlarına sabırlar diliyorum. Hasta olanlara da âcil ve hayırlı şifa diliyorum.)