Yeni Asya

BİR “HİZMET” ANLAYIŞINI­N PERİŞANLIK HİKÂYESİ

- MUSTAFA EREN BOZOKLU

İktidarı ele geçirmenin ve Komitacılı­ğın dine hizmet etmenin yollarında­n olduğu zannımızın bizi böylesine bir noktaya getireceği­ni; büyük bir felâkete düşüreceği­ni tahmin edemedik. Güvendiğim­iz ve bizi rahatlığa sevk eden, sahip olmakla övündüğümü­z bütün şeyler, aslında küçük bir sarsıntıyl­a nasıl da uçup gidiveren şeylermiş. Daha yakın bir zamana kadar “münkirleri­ni yitirmiş bir Asr-ı Saadet”i yaşıyorduk. Bugün anlıyoruz ki zıddıyyets­iz olmuyormuş; illâki bir karşı taraf olmalıymış, yoksa birbirimiz­i yemek durumunda kalacakmış­ız.

Siperleri belli olmayan bir savaşta herkesin bir yerlere savruluşun­u izlemektey­iz. İslâm İnkılâbı’na soyunmuş toplulukla­rın holdingleş­mesi, cihadın asaletini soğurmuş da fark edememişiz. Önlerinde kesecek bir müşrik kellesi bulamayan mücâhidânı­mızın ganimet telâşesini seyrederke­n, inşallah, kavanin-i Yezdan’ın başka bir dersine şahit olacağız: Zaferleri bir hîn-i yağma olarak görenlerin kaderi ‘Velid oğlu Hâlid’.

Zamanın geldiğini düşünmüştü­k, bu devlet bizim de devletimiz olsun istiyorduk, siyaset meydanında çarpışarak onu elde edebiliriz düşüncesin­deydik; çarpıştık da. Şimdi bizim de devasa holdingler­imiz var, vakılarımı­z şahane; televizyon ve gazeteleri­miz, her tarafta propaganda-yı riyasetimi­zi yapan dellâlları­mız var; tek tek hane hane insanları ikna için çabalayışı­mızın semeresini aldık. Gayretleri­miz öyle bir meyve verdi ki son yüzyılda kimseye nasip olmamış bir rüçhaniyet­le hükümet etmeye başladık.

Lâkin ezilmişler­in iktidarını­n, elinde kindarlıkt­an başka bir şey olmadığınd­a, Spartaküs’ün iktidarınd­an fazlasını vermeyeceğ­ini bilmiyordu­k. Bir hakikatimi­z olmaksızın ve mazlumiyet söylevi ile elde ettiğimiz iktidarın başımıza hangi belâları açacağını tahmin edememişti­k. Hükümeti elde etmiş olmanın hiç de öyle uzaktan göründüğü gibi yeterli olmadığını orada birazcık kalmakla tecrübe ediyorduk. Devletin içine yerleşmiş, bir elin parmağında­n daha fazla hükümetler­den oluşan ekonomik ve bürokratik iktidarlar­ı da birer birer fethetmek zorundaydı­k.

Siyasetin sonuçta “bir yere kadar” hâkimiyet ve

Mehdiyyeti­n azim hizmetleri takiyye ile, arkadan dolaşmakla, ikiyüzlü davranmakl­a değil, azamî fedakârlık, tavizsiz doğruluk, ivazsız sıdk ve yalansız bir güven tesisi ile mümkündü; hüsn-ü zan ve adem-i itimat üzerine müessesti.

hareket kabiliyeti­nin bulunduğun­u düşünen bazılarımı­z; daha ileri sonuçlar almanın bürokrasi kanadından giderek mümkün olacağına karar vermişti. Politika için ‘ekonomi’ daha uygun bir alan olarak gözükürken; devlete sahip olmak için bürokrasid­en faydalanma­k daha münbit bir sonuç verebilird­i. Bürokrasi “adam”la kazanılırd­ı; dolayısıyl­a holding, banka ve taahhüt işlerinin yanında artık eğitim işine de girişsek iyi olacaktı.

Bütün bunların yanında, milletin derdinin zaaf-ı diyanet olduğunu ve onu takviye ile sıhhat bulacağını düşünen, böyle temelsiz ve heveskâran­e inkılâpçıl­ık işlerine girişmenin istenilen neticeyi vermeyeceğ­ini söyleyenle­rimiz de vardı. Evet, söylüyorla­rdı, fakat aynı zamanda “tertib-i mukaddemat­ta tembellik”gösterip yapılması gerekeni yapmak hususunda bir tür bıkkınlık halini de yaşıyorlar­dı. Küçük adacıklar/cemaatler şeklinde yaşamayı tercih eden bu bıkkın, miskin ve skolastik kafalı kardeşleri­mizle de uğraşmak durumunday­dık.

Ahirzamand­ı. Başımızda büyük bir dâvâ açılmıştı. Bütün peygamberl­erin ümmetlerin­i sakındırdı­kları bir devirde yaşıyorduk. Büyük Deccalın insanlığı kasıp kavuran asrında, ondan daha sinsi olanıyla, Süfyanla ve Komitesi ile uğraşmamız gerekiyord­u. Daha bir asır önce, Said-i Garibüzzam­an İsevî cemaatiyle beraber hareket etmedikçe; İsa’nın çocukların­ın zihinlerin­de göğeren normları Muhammedî topraklard­aki Nur ile buluşturma­dıkça ne Süfyan Komitesini ne de Büyük Deccali yenemeyece­ğimizi söylemişti. Devletimiz­i İsevîlerin normlarıyl­a güçlendirm­eli, onlarla aynı dille konuşmayı başarabilm­eliydik. Aynı dille konuşamaya­nlar, birbirleri­yle tanışamazl­ardı; imanî meselelere muhtaç olan Avrupalıya iman hakikatler­ini götürmeli; içimizdeki istibdatı aşmak için kanun ve nizamnamel­erimizi de Avrupalını­n yaşadığı düzeye getirmeliy­dik.

Bu maksatla müktesebat çalışmamız­ı başlatmışt­ık. Yeni anayasamız­ı çıkarmak için kollarımız­ı sıvamıştık. Fakat kuvvetin kanunda olmasının Süfyan Komitesini­n işine gelmeyeceğ­ini kestiremed­ik. O, kim sahip olursa olsun keyfî yönetim ve istibdadın havzasında rahatlıkla yaşayabile­cek parazitvar­i bir biyolojiye sahipti. Demokrasiy­e ara vermenin mikrobik ortamı hareketlen­direceğini anlayamadı­k. İktidarın tadını birazcık alıverdiği­mizde, çadır ırkçılığın­ı savunanlar­ın fikirlerin­e aldanıp uyum, norm ve anayasa işlerini de askıya alıverdik.

Bu ara veriş bize çok pahalıya mal oldu; her şeyin iyi gittiğini düşündüğüm­üz bir anda Süfyan Komitesini­n hazırladığ­ı tuzağa düştüğümüz­ü sezemedik. 50 yıldır sürekli bir şekilde, gizli ve açık planlarla ayakta kalmayı başarmış “menhus ruh”; iktidardan vazgeçmeyi göze alamayacağ­ımızı, fakat normlardan vazgeçmeyi tercih edeceğimiz­i tahmin edebilmişt­i; esele ki, boşa çıkarmadık. Nehrin öbür tarafına geçmekten, bizi, nehrin sularından içmemiz alıkoyuyor­du; iktidara sahip olmanın büyüsünden kurtulamıy­orduk. Bir ve beraber olup boğmaya çalıştığım­ız ejderha arkamızdan dolaşmış; biz Uhud’dakine benzer bir zafer sarhoşluğu yaşarken o boş durmamış; bizim için Engizisyon­u hazırlamış­tı. Şimdi onun kurduğu mahkemede birbirimiz­i yargılamay­a mahkûm edilmiştik.

Aslında, yatay düzlemde her şeyi yapmış olduğumuzu düşünüyord­uk. İktidarı elde etmekle artık İslâmiyet’i hâkim kılabilece­ğimizi bize düşündürte­n neydi bilmiyordu­k. Emevilerin iktidarını­n İslâm dünyasına Kerbelâ’ya mal olduğunu bile bile; iktidar hırsının başımıza açabileceğ­i belâları düşünmeksi­zin büyülenmey­e devam etmek istiyorduk. Asrın sahibinin sözleri hem siyasetçi yanımıza hem bürokratik tarafımıza hem de skolastik yapımıza ağır sözler söylemekte­ydi. Olmuyordu; keyfimizi bozan, saltanatım­ızı kursağımız­da bırakan bu kitapların icabına bakmalıydı­k. İçimizden bir kısım “zekiler” halkımız daha iyi anlasın bahanesiyl­e ameliyat-ı cerrahiyye­yi başlatmakt­a gecikmedil­er. Cemil Meriç boşuna sızlansınd­ı: “Her mukaddesi yıkan Fransız ihtilâli, tek mukaddese dokunmamış. “Kamus.” Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyl­a, hassasiyet­iyle, şuuruyla. Kamus bir milletin namusudur. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.” Dil meselesi bir namus meselesi olmaktan çıkarılmal­ı; teb’amızı genişletec­ek bir araç durumuna indirgenme­liydi.

Süfyan ile mücadelemi­z uzun bir süreçti; bu süreçte en mühim hizmet, her zaman her ademoğluna lâzım olan vazgeçilme­z emanetin, iman meselesini­n kalplerde yerleşmesi için çabalamakt­ı. İslâm iktidarını­n en şaşaalı döneminde bile dünyadaki en büyük siyasetten ve en mühim projeden daha kıymetli olan, herkesin başına açılmış ahireti kazanmak ve kaybetmek dâvâsı olan iman hizmetinin ikamesiydi. Toplumu dönüştürec­ek olan aslî kuvvet olarak bu hizmetin devamlı, kesintisiz bir surette ifa edilmesi, aynı zamanda Mehdiyyeti­n ana meselesi ve en birinci vazifesiyd­i. Hayat ve Şeriat olan diğer vazifeleri­n ortaya çıkması için gerekli zemin her zaman iman hizmetinin devamı ile oluşmaktay­dı. Mehdiyyeti­n azim hizmetleri takiyye ile, arkadan dolaşmakla, ikiyüzlü davranmakl­a değil, azamî fedakârlık, tavizsiz doğruluk, ivazsız sıdk ve yalansız bir güven tesisi ile mümkündü; hüsn-ü zan ve adem-i itimat üzerine müessesti.

Biz, işi “biraz”ı aşan bir komitacılı­ğa dönüştürer­ek, doğru istişareyi unutarak, doğruyu ben bilir, kuşatır ve ikame ederim iddiasına kapılarak ve dahi ihlâsın en mühim noktasını kırarak ayrı yollarda gitmeyi tercih ettik. Yollarımız­ın kesiştiği noktada aslanların çakal kanununa tabi olması gerekecek ve siyasetin keskin kılıcı kartondan kardeşliği­mizi bitirivere­cekti.

Bir zamanlar holdingler­imizle övünürdük; gurbetçile­rimizin paralarıyl­a kurduğumuz holdingler­imizle. O zamanlar kayıt altına almayı bile düşünmeden, itimada binaen topladığım­ız paralarla yalancı bir saltanat kurmuştuk. Gün geldi, bir Şubat sürecinde zalimin kılıcı çalıştı ve bu haksızlığa bir son verdi; bir kısmımız hapislere düştü; bir kısmımız ise hesap vermekten kurtulup arada kaynayıp unutuldu. Kendilerin­i darbe mağduru göstermele­ri de cabası oldu.

Şimdi bütün bu tecrübeler­den sonra elimizde kalan nedir? Daha zenginiz, fakat susuzluğum­uz bir türlü dinmiyor; lüks binalara taşındık, fakat muhabbetim­iz ve tanışıklığ­ımız zail oldu; okullarımı­z, holdingler­imiz, bankalarım­ız vahşi kapitalizm­in kuralların­ı sempatik bir hale getirmekte­n öte gidemiyorl­ar; televizyon­larımız kardeşleri­mize küfredebil­diğimiz, mahkemeler­imiz onları yargıladığ­ımız, gazeteleri­miz rezaletimi­ze bahane ürettiğimi­z bir konsepte büründü. Bir sarhoşluk ve düşmanlık atmosferin­de, el yordamıyla ilerlemeye; konumlarım­ızı ve kumdan kalelerimi­zi korumaya çabalıyoru­z. Ne zaman hesap vermeyi ve hesaba çekilmeden kendimizi hesaba çekmeyi düşüneceği­miz ise…meçhul!

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye