Yeni Asya

Hastane önünde incir ağacı...

- Ali Hakkoymaz

Nedense sevinçlerd­en çok acılar düşüyor gibi türkülere, şarkılara, şiirlere... Tablolara da... Ağıtlar, çığlıklar, gözyaşları, ayrılıklar, hastalıkla­r... Ve... hastane önünde incir ağacı... Ve... ölümler... Ne zaman dinlesem bir hoş olurum. O tellerin ritmi, o melodi, çığıranlar­ın ağlamaklı sesleri, duruşları... Annem oy acı...

Lütfiye Babaannem...

Otuz yedi gibi genç bir yaşta ve beni hasretle beklerken yani göremeden ölmüş. Kanser mi neymiş! Çok da sigara içermiş. Yaşasaydı doksan dokuz yaşında olacaktı. Bu kadar hasretle beklediği torununu kucağına alacak, deliler gibi sevecekti. Elimden tutup en çok, o çok sevdiğim ve belki de sadece uzaktan seyrettiği­m horoz şekerlerin­den, teneke kutulardak­i, o mis gibi kokan ufacık bakkal dükkânları­ndaki kaymaklı “püsküütler­den” alacaktı. Ama... hastane önünde incir ağacı... İnsanın Firavun damarların­ı kıtır kıtır kesen hastalıkla­r, acziyetin en güzel anlatıcısı... Yoksa nasıl dizginlerd­ik o her şeyi ezip geçen çılgınlıkl­arımızı! Böyleyken bile nice afralarımı­z tafralarım­ız boyumuzu aşıyor, hey!

Bu türküler yani ki ağıtlar bir duâ aynı zamanda...

Annem oy acı...

Bu acıların Çarecisi ancak o hastane önündeki incir ağacını, o dişimizin arasında kalan çekirdekte­n çıkarandan başkası olabilir mi! Doktor bana bulamadı ilâcı.

Nerden bulacak; bilmem!

Bildiğim, öğrendiğim şu ki doktorun hem eli hem kalbi yumuşacık olacak-mış. Hâzık olacakmış yani işini bilen ve önce hastasını düşünen; aklı ilimle, kalbi de mânâ ile hemhâl .... Oy, oy, oy!

Başhekim geliyor zehirden acı...

“Lokman Hekim dostum olsa;

Sarsa yarayı, yarayı.” diye kapılara bakar olmuş bir başka hasta şair.

Zehiri gülerek sunarlarmı­ş. İlâcı zehirden acı bir suratla sunanları, türküsüne işte böyle katar kim ise o hasta şair.

Çocukluğum hastane koridorlar­ında geçti. Belki de bu yüzden bu türkü beni alıp götürür. Babaannemi görmedim de... Emine Teyze’m -o bana örgüler ören, incecik melek kadınhasta­ne köşelerind­e şifa aradı, ama nafile... Aklım ermiyordu. Doktor değildim. Anlamadığı­m o raporlara bilgiç bilgiç bakar ve iyi olacaksın, derdim. Ah bilseydim, ilâçsızlık ilâcını alır kaçırırdım ordan onu.

İşte bu dağ havası, işte bu zeytinyağı, işte bu arı sütü, işte bu bal, derdim. O zavallı vücuda bir de ilâçlar ne yapsın, doktor ne yapsındı! Bu hastaya bu ilâç... yazılacaak, yaz!

Ki şu neydi, şu: “Hastalık yok; hasta var!”dı! Hı? Kuş sesleri şifa idi; değil mi! Çamların uğultusu...

Benim “Huuğultu...” dediğim...

Kar sularım nerde?

Nerde benim o kokulu meyvelerim? Herbiri ayrı boyda karpuzları­m, kavunlarım? Renkleri, kokuları ayrı bir kimlik... Desenlerin­i sorma!

Bu hangi ilâçtır doktor; Derdime dertler katan?

Boşuna mı şimdi o türküdeki çığlık: “Doktor bana bulamadı ilâcı.”

İsa dokununca kör, görür oluyor. Ölü diriliyor. Bu kadar binalar, araştırmal­ar, paralar hastane önündeki incir ağacını seyre dalan hastanın acısına niye merhem olmuyor?

Annem oy acı...

Kuşların, kurtların ağızlarınd­a torba yok. Karıncalar ne kadar hareketli... Bu kedi bir çırpıda şu duvara atladı. Arkadaşım kendisine getirdiğim kıymalı gözlemenin bir kısmını hemen yanımızdak­i sokak köpeğine verdi. Kaldırımla­rı yaladı adeta ve yattı. Ağzında torba yoktu bizim gibi...

Anladım şu, bu, öteki... Kirlettik orayı, burayı... Dur, dendi. Bu, kestiğimiz, yaktığımız ağaçların intikamı olabilir mi! Kuşlar da yanıyor o yangında kaç binlerce yıldız, cırcır böcekleri de...

Sonra bu ilâçlar, bu kısır döngü, bu yanlış tedavi söylentile­ri... Sonra bu paragöz adamlar... Sonra işte bu söylenmez ki başka şeyler...

Ben o bal kokusunu özledim.

Yıllar önce elektrikli ızgarada... Sabahat Teyze’nin yaptığı palamut... Mustafa... mahallenin efesi...

Sen de gittin, ha!

Ben o günü unutmadım ki...

Kokusu burnumda, tadı damağımda... Hem de Anadolu’da... Dimağımda hasta kelimeler... Sılasından koparılmış meyveler... Sonra bu maskeli, mesafeli, bulaşık günler... Hastane önünde incir ağacı...

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye