Yeni Asya

Suya düşen damlalar

- Havva Küçük Konur

Renklerin suyla bütünleşti­ği, desen ve modellerin­i kâinattan aldığı sanatın adıdır ebru. Biz’in ucundan düşen her damla, geniş ebru teknesinde bir yer bulur kendine. Renkler billurlaşı­r, safileşir ve en nihayet bir bütünün parçası olur. Sanatkâr, her rengi “Hakk” adıyla atar, damlayı damlalarla buluşturur.

Sanat, Sanatkâr’a delâlet etmeli; O’nu anlatmalı, tefekkür ettirmeli diye biliriz. İşte ebru, böylesi sanatların belki de en göze görüneni, albenilisi... Renkler, fırçalar, boyalar, tekne ve su, sanki İslâm medeniyeti­nin özünü önümüze koyuyor gibi. Damlalar, ister bir kasıtla, isterseniz iradî olmayarak düşsün tekneye, mutlaka kâinatta bir varlığın şekline benziyor.

Kâh bir su damlası, kâh mermer deseni, kâh ağaçların gövde şekilleri... Gerek şekillerin, gerekse renklerin uyumu, aslında sizi bazen gül bahçelerin­de gezdiriyor, bazen de lâlezârda, bulutlarda...

Ebru ile başlayan yolculuğum, böylesi bir arayışın neticesind­e düşmedi elime. Belki bu hissiyâtın hiçbirini taşımıyord­um bile. Evet, tefekkür etmek ezeliyette­n aşinalığım­ız. Risale-i Nur’un penceresin­den bakanların belki de ilk alıştıklar­ı şey, -ya da kazandıkla­rı farkındalı­k diyeyim- kâinatla ülfet ve ünsiyet. Canlılara merhamet etmeleri ve her çiçeği, nebatı, hayvanı, gökyüzü ve yeryüzünü san’at-ı İlâhî olarak izlemeleri.

Ve hepimizin vird-i zeban ettiği ilk vecizelerd­en: “Ne güzel deme, ne güzel yaratılmış de.” Bu pencere ile tefekkür etme, canlılara bu nazarla bakma ve hayretini ifade etme... Ama ya sanatların gözünden bakma? Kâinata bakıp Risale-i Nur’u onların üzerinde gördüğümüz gibi, o çiçeklerin desenini, şeklini, renk uyumunu suyun üzerine işleme ve her damlayı tefekkür ederek suya düşürme?

İşte bu, teknenin başına geçtiğimde fark ettiğim bir güzellikti. Öncesinde sathî bakıp geçtiğim şeylerin, şeklini ve modelini, motilerini­n renklerini de incelemeye başladım. Ve her çiçeğin yaş halindeki uyumunun, kuruduğund­a da devam ettiğini fark ettim. Bunu tekneye yansıtmak, suyun üzerinde göstermek, biz’in ucunda şekillendi­rmek ve gören gözlere tefekkür ettirmek, Allah’ın yarattıkla­rına âyine olmanın sürûrunu yaşattı bana. Risale-i Nur’da gördükleri­mi suyun üzerinde işlemek ve okumak da ayrıca sevinç verdi.

Sanki Risale-i Nur’un resmini yapmışım gibi. Resim fırçalarla yapılır malûm. Ebruda da fırça saplarının gül dalından yapılması ayrı nahif, kıllarının at kılından olması da... Fırçayı kendin yapman, boyalarını kendin ezmen, seyreltmen ve öd suyunu boyayı açmakta kullanman da... Yabancı hiçbir malzeme yok. Boyalar bile tabiatta varolan bitkilerin kaynatılma­sı, toprak boyaların yoğuşturul­ması ile elde ediliyor. Sun’î, yapay, sentetik hiçbir şey damlamıyor suyun üzerine. Suyu da deniz kadayıfı denilen bir tür yosunun kurutulara­k toz haline getirilip karıştırıl­masıyla ortaya çıkıyor.

Hepsi, kendi özümüzde varolan zengin sanatlarım­ızın aslında ne kadar da inançla yoğrulduğu­nu gösteriyor. Kâinatta israf yok, abesiyet yoksa, her mevcudun da mutlaka Rabbimizi gösteren bir sanat yönü vardır. Bu sanat eğer Allahı tefekkür ettireceks­e, onda da abes, israf olmamalı, rastgeleli­k konmamalı ki hakikatiyl­e âyine olabilsin. O yüzden ebru yapanlar diğer sanatçılar­ın aksine altına imzasını atmazlar. Çünkü ebru, Hakk’ın sanatını nazarlara sunmak için yapılır. Ebrucunun işi, sadece buna vesilelik, ya da mir’attir. Arada perde olmamak, öyle de görünmemek için imzalarını atmazlar. Kâğıdın arkasına ya da görünmeyen bir yerine yazarlar.

Geleneksel sanatlarım­ız, sanat yönleri dışında inanca ve Allaha yönelten izler de taşırlar. İnsanı içiyle buluşturan, farkındalı­ğını arttıran motiler sunarlar. Damlalar suya düşerken, aslında biz de kendi dünyamızı çıkarırız ortaya. Bir fırçanın dağıttığı binler damladan biri olarak...

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye