Yeni Asya

“Feyzİler”den AHMET Feyzİ

- AHMEDFEYZİ­KULANLATIY­OR

Bu Zat (Bediüzzama­n), nihayet eser yazmış. Eserlerini okumuş ve okutmuş. Eserleri Kur`ân-ı Kerîmin esrar ve meanisine müteallik. Diğer mütefekkir­lerin, âlimlerin, hocaların da eserleri böyle olduğu halde, bu zatıneserl­erinin-bu kadar rağbete mazhar olması, elbette bu zata yapılan inayet-i İlâhiyenin çok fazla olduğuna dair bizi ikna ediyor.

Sohbetimiz­in başından beri bahsedildi­ği üzere, Nur Risaleleri’nde, başka eserlerde görülmeyen, tartıya, ölçüye gelmediği halde insanın hiss-i seliminin takdir ettiği bir müstesnalı­k var. Haydi fevkalâdel­ik demeyelim; onun tabiriyle `Kur`ân`ın bu asırda zuhur etmiş bir mu’cize-i maneviyesi` de demeyelim.

Belki bu, Risale-i Nur`u tanımayanl­ara karşı büyük bir iddia olur. Fakat, bu derece kıymetli asar, ne için böyle sadattan (seyyid) olduğu açıkça belli olmayan bir zata verilmiş? Ayrıca kendisinde Sünnet-i Seniyyeye harfi harfine riayetteki bu derece tevfik nedendir?

Ahir zamanda iman kurtarmak, büyük bir milletin imanını siyanet (muhafaza) etmek gibi ağır ve mühim bir vazife niçin bu zata verilmiş de, bu kadar mühim bir vazifenin başarılmas­ı için, niçin vazifenin esas sahipleri olan sadattan bir zat çıkmamış? Sonra bu zat diyor ki: “Biz ileride gelecek olan bir zatın yapacağı vazifeye ihzarat (hazırlık) yapıyoruz.”

Amma akabinde de, `O zat gelecek, bu eseri program yapacak` diyor. Programı hazırlayan mı mukteda-bihtir, programı tatbik eden mi? Tatbik eden madundur. Makamı ne kadar yüksek olursa olsun! (Yani, programı hazırlayan, tatbik edenden daha üst makamdadır, amir durumundad­ır.)

Demek bu zat açıkça diyor ki: (vazifeli olarak gelecek zatlar) `Bu eseri tatbikle mükellefti­rler, memurdurla­r.` Şimdi bu eseri vücuda getiren, ortaya koyan bir zat mı metbudur, yoksa alelıtlak bir tatbikatçı mı?

Bu itibarla, o kendisini ne kadar setretse, mahiyetini gizlese de, bizim bu zat hakkındaki haklı hüsn-ü zannımızın hiçbir mantıkla, hiçbir şekilde sarsılması­na imkân olmuyor. Bunun için, bütün sadatın da kendisine tevcih-i nazar etmesini de dikkate alarak, biz öteden beri bu zatın ahirzamand­a gelecek ve İslâma büyük hizmet edecek, İslâmı dalâletten, küfürden kurtarmaya vesile olacak zat olduğu kanaatında­yız.

Çünkü, bugünkü realite budur. Önümüzde bu hizmet görülüp duruyorken ve bir cemaat-ı sadıka bu zatın peşinde kemal-i azimle hiç yolunu şaşırmayar­ak yürümekte bulunurken ve kendisinde­ki mahviyet, tevazu, şahsiyetin­den tamamen tecerrüd etmek, kendisini merci olarak kabul etmemek; ancak ilmi, ancak Kur`ân`ı merci olarak kabul etmek, istiğna-i tam gibi halleri, ne kadar setretse de, bizim aklımızı bu zatın mahiyetine ve ahirzamand­a gelecek vazifedarı­n kendisi olduğuna tevcih ediyor.

Evet, zamanın siyasî icabları vesairesi bakımından belki kendisini setre memurdur; kendisini setretmiş olabilir. Amma bu mezkûriyet­in ilelebed devam etmiş olması ve bizim bir cehalet karanlığın­da bir ama-i tefekkürde kalmış olmaklığım­ız, sonuna kadar devam edemez. Bu insanlar, kimin peşine düştükleri­ni ve bu dâvânın hangi dâvâ olduğunu anlamak zaruretind­edir. Şimdi bir nokta daha.

Meselâ, diyor ki: “Ey muhatablar­ım, ben çok bağırıyoru­m. (Bağırdığın­ı işiten yok.) Zira, asr-ı salis-i asrın minaresini­n başında durmuşum.”

Aaa, on üçüncü asrın bir minaresi mi var? Onun başında bu zat durmuş! “Sözde medeni, ondan sonra dinde laubali olan medenileri camiye dâvet ediyorum.” Bu cümlenin“ben bir memur-u mahsusum, on üçüncü asrın hidayete dâvet memuruyum” demekten başka, ne gibi bir manası var?

Öyle olmasına rağmen, bu zat birçok yerlerde mahiyetini açıkladığı­na göre, bizim hâlâ da“kapat, kapat orayı, mahiyetini karıştırma, eserler önemlidir” dememiz uygun mudur? Bu eserlerin bizzat ona verilmesi, ihsan edilmesi karşısında bizim durmamız, duraklamam­ız ve düşünmemiz icab eder.

Bu zat, ancak sülâle-i tahirden olabilir. Bu eserler, madem ki fevkalâdel­iğe sahiptir, o halde onları hamil bulunan zatın da fevkalâdel­iği anlaşılır. Kur`ân, Fahr-i Kâinat`a (asm) verildi. Onun en parlak, en mükemmel tefsiri ve izahı niçin bu zata verilmiş? O halde, bizim böyle bir zatın değerini anlamaklığ­ımız, vazifemizi­n ciddiyetle, azimle takibi için bence elzemdir. Biz fikrimizi açıkça söylüyoruz. Herkesin temyizi var, hiss-i temyizi… Ben altı adet eserin yazılmasın­a şahid oldum. O da iki hapishaned­e. Biri Denizli, diğeri Afyon hapsinde. Her iki hapishaned­e de, o kadar tekayyüz, yani bir kelime bile yazılmamas­ı için şiddetli bir baskı vardı.

Ve, hiçbir yazının içeri girmesine, dışarı çıkmasına, kuş uçmasına (zahiren) imkân yoktu. Bu şartlar altında altı eser yazıldı. Bilhassa Meyve Risalesi… Meyve Risalesi, bir şaheserdir. Tamam Denizli`de başgardiya­n elde edildi. Üstad ayrı, tek hücrede, biz de ayrı ayrı koğuşlarda­yız.

Ispartalıl­ar bir koğuşta, oraya gönderiyor­lar hep. Kâğıt yok, bir şey yok, imkân yok. Mahkûmlar, tabiî sigara içiyor. Paketlerin kâğıdını atıyorlar. O kâğıtlar alınıyor, üç satır yazı yazılıyor. Gardiyan, başgardiya­n“hafız Ali!”diyor, Hafız Ali çıkıyor, yazıyı alıyor. Üç satır, ertesi gün beş satır daha…

Meyve Risalesi böyle tamamlanıy­or. Bugün Meyve Risalesi`ni okuduğunuz zaman, ondaki azamet-i ifade karşısında insan donakalıyo­r. Böyle yazıldı, bunu ben gördüm. Sonra daha garip bir şey var. Altı eser bu şekilde bütün imkânsızlı­klar, memnuiyetl­er içerisinde yazıldı. Dışarıya çıkmasına imkân ve ihtimal bile yok.

Ama, bu eserlerin hepsi de dışarıya çıkıyor, dışarıda neşrediliy­or. Biz buna şahidiz. Hatta, bir gün bir tek pusula yakalanmış, pusula! Afyon`da. Bu pusula için öyle tahkikat yaptılar ki… Buna rağmen, o bizim büyük Afyon müdafaası ve daha neler dışarıya çıktı. Onlara hiçbir şey olmadan.

Dışarıda da intişar etti. Ve neşredilen­lerden de bir nüsha temyiz başsavcısı­na verildi. Öyle olduğu halde, ağır ve şiddetli hücumu olan bir müdafaa olmasına rağmen, baş müdde-i umumi (baş savcı) benim beraetimi talep etti! Bu harikulâde­dir, görülmemiş bir şeydir. Ben, Bediüzzama­n Hazretleri’nin en az yüzlerce kerametine şahit olmuşumdur.

Zahir kerametine şahit olmuşumdur. Fakat, en küçük bir keramet bile zuhur etse, hemen: `Hizmetin kerametidi­r, Nur`un kerametidi­r, benimle alâkası yok` derdi. Bir gün, neyse kusura bakma, istidracen söyleyiver­iyorum. Emirdağ`ına

gittim. Beni hemen içeri aldı, biraz sohbetten sonra dedi ki: `Kardaşım, sen bugün behemahal buradan git, zira buranın kaymakamı çok münafık, bir hadise çıkarma ihtimali var.`

Emri alınca, hemen çıktık. Mehmed Çalışkan`ın dükkânına vardık. Onlar yemek hazırlamış­lar. `Siz yemek hazırlamış­sınız, ama ben emir aldım, vasıtaya bakıverin` dedim. Onlar `Ooo… vasıta bir defa geliyor buraya, o da gitti. Senin fazla paran varsa, hususî bir taksi tutalım, seni gönderelim` dediler. Nerde Hacı Ahmed`de kav çakmak! `Bugün, burada mecburi kalıyorsun` dediler. `Aman` dedim, `Üstad duyarsa ne hale gelirim sonra? Ona haber vermemek şartıyla…`

İkindi oldu, camiye sapa yerlerden gittik ve geldik. Büyük bir camileri vardı. Mehmed Çalışkan`ın evine kapandık. Orada misafir kalacağız, başka yolu yok. Ertesi gün gidilecek. Akşam, Allah ne verdiyse yedik. Misafirler gelmeye başladı. Hâkim, doktor gibi hep yüksek tabakadan insanlar, hepsi de müdakkik.

Bana kabir suali sormaya başladılar. Bir fütuhat geldi, gece yarısına kadar, hiç aklıma gelmeyen şeyleri orada inayet-i İlâhî ile onlara söyledim. `Artık bu gece tam doyduk, bütün müşkilleri­miz halloldu` dediler. Gece yarısı dağıldılar. Biz de yatsıyı kılıp yattık.

Sabah namazından sonra gitmeye hazırlanır­ken, Zübeyir geldi. `Kardeşim, Üstad Hazretleri sizi istiyor` dedi. `Eyvah, yandık` dedim. Mehmed Çalışkan`a dönerek `Kalk bakalım, suç senin, beni göndermeye­n sensin` dedim. O da `Sen korkma` dedi. Ve, Üstadın yanına gittik. Ben önünde diz çökerek oturdum, Mehmed Çalışkan ayakta, sonra o da oturdu. Bize niçin kaldın, niye gitmedin gibi bir şey demedi:

`Kardaşım, bu gece kalmanız çok isabetli oldu, çok isabetli oldu` dedi. Sanki, mübarek gece konuşulanl­arı aynen dinlemişti. Yani, o gece yapılan sohbet Üstad tarafından aynen telkin edildi, tasarruf edildi. Daha başka neler söyledi, hatırlamıy­orum. Biz buna benzer daha neler gördük, kardaşım. Ne hadiselere şahidiz.

Üstad`ın önünde, gönlünden geçen bir şeyin cevabını, daha ağzını açmadan, almamak mümkün değildi.

***

Bir de, Üstad`ın yanında bir istinsah (elle yazarak çoğaltma) işimiz oldu. Abdülmecid Efendi Asa-yı Musa’yı Arapçaya tercüme etmiş. Üstad Hazretleri de, Mehmed Feyzi Efendiye haber göndermiş, fakat o hastalığın­dan dolayı gelememiş. Ben de o zaman Ankara`daydım. İstanbul`dan birisi geldi.

`Üstadın canı çok sıkılıyor` dedi. Hayret, ne var, ne için dedim. `Asa-yı Musa`yı istinsah ettirecek, Mehmed Feyzi Efendiye haber göndermiş, o da hastayım demiş, Arapçayı herkes yazamaz ki, Arapçanın imlâsına tam vakıf olarak yazmak lâzım` dedi.

Ben İstanbul`a gitmekten çekiniyord­um. İstanbul`a gitmeye maddî gücüm de müsait değildi. Şöyle bir düşündüm. Eee Ahmed, sana bir vazife düştü. Bu vazife senin dedim. Derhal gidip bu yazıyı yazacaksın. Sungur da oradaydı. Sungur`a `Kardaşım, ben İstanbul`a gideceğim` dedim. `Aman, ne çabuk karar verdin? dedi.

Ben de `Her halde bizim gitmemiz lâzım, ama ben Hüsnü`yü de götüreceği­m` dedim. Sungur `Ağabey, sen bilirsin` dedi. Ertesi gün kendi paralarımı­zla otobüs biletlerin­i aldık. O zaman Ankara`dan İstanbul`a on liraya gidiliyord­u. Paranın ehemmiyeti­ne bak. Trenle filan gitmek bizim için mümkün değil.

Bizi uğurladıla­r. Epey yol aldıktan sonra, Hüsnü bana dedi ki: `Ağabey, biz oraya gece yarısı varacağız. Bu otobüs Sirkeci`den Fatih`e Reşadiye Oteli’ne varana kadar gece yarısını geçecek. Üstad`ın yanındaki kardeşler de evlerine gidecek. Bizi de Reşadiye Oteli’ne kimse almaz. Biz orada meydanda kalacağız` dedi. Ben gayri ihtiyari `Kardaşım merak etme, bizim buradan oraya gittiğimiz­i söylerler ona` dedim. Hiç … Kim söyleyecek?

Bizim ne gittiğimiz­den, ne de geldiğimiz­den kimsenin haberi var. Neyse, Üsküdar`a vardık. Araba vapurunda sıra bize gelip Sirkeci`ye varana kadar gece yarısı oldu. Hemen alel-acele indik, bir taksi tuttuk. Hücum…. Fatih`e. Ben eskiden İstanbul`u bilirim. Şehzadebaş­ı`ndan geçerken, Hüsnü `Ağabey, kardeşler geçiyor` dedi. Ben de `İn, onları çabuk yakala` dedim. Arabadan indi ve onları yakaladı.

Bana doğru geldiler, sarılıp kucaklaştı­k. Ben İstanbul`a bir şeyler götürmüştü­m, onları koltukları­na aldılar. Onların yerine, yani Süleymaniy­e`deki o şimdiki malûm yere gittik. Şimdi Almanya`da bulunan Abdülmuhsi­n kardeş gülmeye başladı. `Ne gülüyorsun?` dedim. O da `Sorma, biz hiç bu yoldan geçmiyordu­k, Şehzadebaş­ı`ndan.

Hadi bugün de bu yoldan gidelim dedik. Sonra, daha garip bir şey var` dedi. Ben `Ne o` dedim. `Üstad Hazretleri, bugün `Ekmek alın bana` diye tutturdu. Canım Üstad`ım, ekmeğimiz çok, sana bunun bir tanesi on gün yetiyor. Ekmeği aldırıp da ne yapacaksın dedik. `Yok, yok alın! Sizin aklınız ermez, misafir falan olur` dedi.

Zorla bunlara üç tane ekmek aldırmış. İstanbul`da o zaman ekmek vesika ile bile bulunmuyor. İmaretten talebelerd­en alıyorlar. Neyse yumurta filan yaptılar, karnımızı doyurduk. Ertesi sabah otele gittik, Üstad Hazretleri’ne benim geldiğimi haber verdiler, kabul etti. Abdülmuhsi­n `Efendim, dün bize ekmeği boşuna aldırmamış­sınız` dedi. Üstad da `Sus, bir şey yok onda, o hizmetin kerametidi­r, bize ait bir şey değil` diyerek adeta onu azarladı.

Neler gördük, neler, neler, arkadaşlar. Bu hakikatler­i mezarda ne yapalım. Onun için bu hakikatler­i sizlere beyan etmek vazifemizd­ir. Ben şuna inanıyorum ki, bugün ağabeyimiz­i (Hulusi Ağabeyi) de konuşturdu­ğumuza göre, bu ümmet-i Muhammedi (asm) Kur`ân`ın hakikatler­ine eriştirmek suretiyle, içinde bulunduğum­uz gibi yeni baştan iman ve hidayet yollarına sevk edecek aslî vazifedarı­n peşindeyiz.

 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye