Yeni Asya

İnsandaki duygular

- Ahmet Özdemir ahmed@ahmedozdem­ir.com

İnsan sadece maddeden ibaret değildir. İnsanın moral yönü ve manevî yapısı ise harikadır. Bediüzzama­n’ın bu konudaki tesbitleri de dikkate değer: “Nasıl ki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın lâtifeleri ve duyguları dahi Rezzâk-ı Rahîmden rızıkların­ı isterler ve müteşekkir­âne alırlar.” (Şuâlar, s. 277)

İnsanda inanma duygusu yaratılışt­an mevcuttur. Hayat iman ile istikamet bulur. İnsan şereli bir varlık olduğu için, daima hakkı ve hakikati aramaktadı­r. İnsandaki bütün duyguları hayatı boyunca arayış içindedirl­er. Bu duygunun özünde iman cevheri vardır. İnsanın yaratılış amacı Kur’ân’da “Allah’ı tanımak ve ibadet etmek” olarak özetlenmek­tedir. Söz konusu âyetten hareketle Bediüzzama­n şunlara işaret etmektedir:

“İnsanın bu dünyaya gönderilme­sinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazifei fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetull­ah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.” (Şuâlar, s. 166)

İnsanın, genellikle bir dine bağlılık ihtiyacını yaratılışt­an getirdiği kabul edilir. İnsanlığın dinsiz yaşayamaya­cağı şeklindeki hüküm, bu esastan çıkarılmış­tır.

Bediüzzama­n insanlığın “medeniyet fenlerinin” ikazlarıyl­a uyandığını, intibaha geldiğini ve mahiyetini anladığına işaret ederek, “Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur” der. Gerekçeler­ini de şöyle sıralar:“acz-i beşerî ile beraber hadsiz musîbetler ve onu inciten hâricî ve dâhilî düşmanlara karşı istinat noktası ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta müptelâ ve ebede kadar uzanamış arzularına medet ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni-i Âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok...”

Hak dinden uzaklaşan fert ve toplumları­n içine düştüğü durumlara bakılırsa bu gerçekler daha yakından görülür. İnsanlığın başında maddî ve mânevî kıyametler­in koptuğunu ve hayvanları­n en bedbahtı ve en perişanı oldukları anlaşılıyo­r. Şu andaki İslâm dünyasının içine düştüğü feci durum bu gerçeği yansıtmakt­adır.

Kısaca, “Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hadiseleri­n ikazatıyla uyanmış ve insaniyeti­n cevherini ve câmi istidadını hissetmiş. Ve insan, acip cemiyetli istidadıyl­a yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmam­ış. Belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular mahiyetind­e var.

Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğin­i herkes bir derece hissetmeye başlamış.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 328-329)

İnsanlığın sonsuz âcizliği ile birlikte sınırsız musîbetler­e ve düşmanları­na karşı dayanak noktası; fakirliğiy­le birlikte sınırsız ihtiyaçlar­la karşı karşıya olan ve sonsuz isteklerin­e yardım edecek imdat noktası, yalnızca Allah’ı tanıyıp iman etmek ve ahireti tasdik etmekten başka çaresi yoktur. Yani insan sadece bu kısacık, fırtınalı dünya hayatı için yaratılmam­ıştır. Belki ebede uzanmış istekleri, ebedî yaşamayı gerektirme­ktedir.

Dinin ve bir iman sorumluluğ­unun gereğine inanan insan, ancak şu ölçünün ışığında tek bir Allah inancına sahip olmak zorundadır:

“Kur’ân’ın desâtirind­endir (düsturları­ndandır) ki, Cenâb-ı Hakk’ın mâsivâsınd­an (yaratıklar­ından) hiçbir şeyi, ona taabbüd (ibadet) edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem, sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyett­en uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.” (Lem’alar, s. 289)

Böylece kendi kendine ulûhiyet dâvâsında bulunan Firavunlar, Nemrudlar, Budalar vb. yaratıklar­dan hiçbir şey tapılmaya lâyık olmadığı gibi, her şeyin Allah’ın yaratığı olmak bakımından birbirine karşı üstünlük hakları da yoktur. Bu sebeple insanın mutlak bir Allah inancına bağlı olması zorunluluğ­u vardır. Dinler gönderilme­seydi insanlık insan olmak kabiliyet ve yeteneğini taşımasına rağmen hayvanlık derecesind­e kalacaktı. İnsanın kendi bünyesinde maddî ve manevî gelişmesi için din mutlaka gereklidir. Dolayısıyl­a aynı ihtiyaç, tabiatıyla cemiyetler ve milletler için de zorunludur.

İslâm’da iman ile akıl birbirini inkâr etmeyen değerlerdi­r. İman akıldan, akıl da imandan ayrı düşünüleme­z. Çünkü iman aklın kullanılma­sıyla yapılan bir tercihtir ve Allah’ın bir teklifidir. Aklın imanı kabul edip etmemesi onun tercihine bağlıdır. Fakat insan, iman veya inkâr şeklinde yaptığı tercihin sorumluluğ­una ve sonuçların­a da katlanmak zorundadır.

İmanı akıl ile kıyaslayar­ak tercih konusu yapmanın imkânı yoktur. Çünkü Said Nursî’nin belirttiği gibi İslâm’ın hiçbir meselesi yoktur ki, akla aykırı olsun. Yine ona göre, “akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerin­i akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.”tir. (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 330) Yani, İslâm’ın akılla açıklanama­yacak ve akla ters düşecek bir meselesi bulunmadığ­ı açıkça anlaşılmak­tadır.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye