İç huzuru arayışı
ağımız insanı en çok neyi arıyor? Bu sorunun cevabı gayet basit ve açık: Huzur arıyor, huzuru arzuluyor günümüz insanı; ama öncelikle iç huzurunu arıyor.
Şu iç huzuru denen şey, bazen kişinin kendi hatasıyla, bazen de başkasının müdahalesi veya çalkantılı hadiselerin tesiriyle kaçar, bozulur, kesintiye uğrayarak elden gider.
*
Evet, bazen kişi dış dünyaya daldıkça, geniş dairelere merak saldıkça, siyasî hadiselere kendini kaptırdıkça, âfâkî meselelere dalıp gittikçe, huzuru da selb olur kaçar, gider...
Huzuru en çok kaçıran, hatta kişiyi bedbaht hale getiren ise, insanın kendi aslî vazifesini terk veya ihmâl edip Cenâb-ı Hakk’a ait olan işlere, vazifelere karışması, burnunu sokması, yahut kafayı takmasıdır.
Cenâb-ı Hak, her şeyi bir sır ve hikmet ile çevirip döndürür. Doğrudan O’na ait işlere bizim aklımız-fikrimiz ermeyebilir. O halde bize düşen, evvelâ O’nun emrine itaat etmek; sonra da, kâinatta tebeddül ve tagayyür eden (değişip başkalaşan) fıtrî hadiseleri nazar-ı hikmetle tefekkür etmektir.
Haşa O’nun işlerini sorgulamak manasında haddimizi aşmak, yani sınırın ötesine geçmek, bizi hem yorar, hem de sille-i tedibe bizi müstehak eder. Ki, ehl-i İslâmın bugün içine düşmüş olduğu huzursuzluğun ve halen çekmekte olduğu şiddetli ıztırabın en mühim bir sebebi budur: Haddini aşıyor ve Cenâb-ı Hakk’a ait olan işlere, neticelere karışma cihetine gidiyorlar.
*
İnsanın iç huzurunu baltalayan, türlü darbelere, sadmelere maruz bırakan, şüphesiz daha başka sebepler de var.
Meselâ: Dünya umuru, endişe-i istikbâl, tûl-i emel, kanaatsizlik, şükürsüzlük, işsizlik ve tenbellik, gelenek-görenek belâsı, fikrî ve mânevî hastalıklar, mesleksizlik, kimliksizlik ve bilhassa ölüm ve ötesi için, yani vatan-ı aslî olan öteki dünya için lâzım olan şeyleri yapmamak.
Evet, âhiret hayatı için hazırlık yapmayanlar, haliyle ölüme de hazır değillerdir. Kişi hazır olmayabilir, ama bu hiçbir şeyi değiştirmez; zira ölüm, her zaman için hazırda bekliyor.
Şâirin ifadesiyle, ecelin nerede, ne zaman ve kaç yaşında geleceğini kimse bilemez ve kestiremez. Anadolu’da şöyle bir tâbir var: “Ölümdür bu, ihtiyarları alır sıra sıra; gençleri de alır ara-sıra.”
Evet, genç-yaşlı, bebek-çocuk hiç fark etmiyor. Hele ki, şu dehşetli, fırtınalı âhirzamanda... Bu zamanın farklı bir özelliği şudur: Ölümler, münferiden olduğu gibi, ayrıca ânî ve toplu şekilde de ölüm dalgaları yaşanıyor. Böyle ânî ve toplu ölümler, mâzide (harp ve helâk dışında) pek vuku bulmuş değil.
Bu vaziyet de bize gösteriyor ve artık ezber ettiriyor ki, ecel meleği her ân gelip kapımızı çalabilir. Her ân gelip göğsün düzüne konabilir. O halde, gafil avlanmamak için, gafil davranmamalı.
Ölüme hazır olan kimseler, daimî bir huzur ve sükûn içinde olurlar. Zira, insan için en sarsıcı hadise ölümdür ve daha ötesi yoktur. Dolayısıyla, ölümden korkmayan ve huzursuz olmayan bir mü’min, dünyanın en bahtiyar, en mesut insanıdır.
Allah, bizi böylesi bahtiyar kullarından eylesin ve bizi rızâsı dairesindeki istikametten ayırmasın.