“Rey-i vâhit”ten “rey-i cumhur”a geçiş dönemi
Her nimetin bir külfeti, her davanın bir bedeli vardır. İşte, aşağıda anlatacaklarımıza, bu açıdan bakılması lazım. Ta ki, geçmişten günümüze çekilen külfetlerin ve ödenen bedellerin kıymeti daha iyi anlaşılsın.
*
Evet, tam tamına 30 sene süren bir kesinti devresinin ardından, 1908 yılı Temmuz’unda Meşrûtiyet yeniden ilân edildi. Aslında bu tarihte ilân edilen hürriyettir; Meşrutiyet ise, bir bakıma yenilenmiş, aktüel tabirle günlenmiş oldu.
Doğrusu hemen hiç kan dökülmeden bu neticenin hasıl olması büyük bir muvaffakiyettir. Bu muvaffakiyetin sağlanmasında da, şüphesiz bir çok grup ve şahsiyetin rolü olmuştur. Yine de, bu safhada dikkat çeken bazı şahsiyetlerin kilit rol oynadığını unutmamalı. Meselâ, askerî cenahtan Enver ve Niyazi Beyler, ilim ve medrese ehlinden ise Bediüzzaman Hazretleri gibi tarihî şahsiyetler.
*
Hadiseye hangi açıdan bakılırsa bakılsın, öyle anlaşılıyor ki, hürriyet ve demokrasi (meşrutiyet) mücadelesinde muvaffakiyetli bir noktaya gelinmesi pek kolay olmadı. Otuz yıllık süre zarfında, çok büyük sıkıntılar yaşandı, çok ağır bedeller ödendi: Hapis, sürgün, zindan, sansür, baskı, çatışma, jurnalleme, takip, tarassut, tazyik, vesaire...
Bu çalkantılı dönemde doğru olan hareket tarzı, yakın gelecekte dünyaya hakim ve hükümran olması kuvvetle muhtemel görünen hürriyete, meşrûtiyete, kanun hakimiyetine taraftar olmak ve bu nimetlerin bu vatanda kökleşmesine var gücüyle çalışmaktı.
O halde, bakalım o otuz yıllık süre zarfında kim neler yapmış, kim hangi istikamette yürümüş ve neticede neler, neler yaşanmış…
*
İşte, Sultan Abdülhamid’in devrilmesine kadar varan çalkantılı hadiselerin kısacık bir panoraması:
I. Meşrûtiyetin 1878’de askıya alınmasından sonra, gerek Sultan II. Abdülhamid’in şahsına ve gerekse onun uyguladığı politikalara karşı şiddetli bir muhalefet hareketi başladı. Bu hareketin içinde yer alan aykırı ve başıbozuk tiplerin yanı sıra, tanınmış değerli şahsiyetler de var. Meselâ: Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmed Muhtar Paşa, Resneli Niyazi Bey, Enver Bey, Said Halim, Mustafa Sabri Efendi, Süleyman Nazif, Rıza Tevfik, Babanzade Ahmed Naim, Mehmed Âkif, Bediüzzaman Said Nursî gibi...
Bu şahıslar arasında, Sultan Abdülhamid’in siyaseti ile birlikte zâtına da hücum eden, hatta çirkin hakarette bulunanlar olmuştur. Yine, Sultan Abdülhamid’e muhalif görünen meşhurlar arasında, padişahın şahsî meziyetini takdir etmekle beraber, onun takip ettiği siyaseti şiddetle tenkit eden müstesna bir şahsiyet vardır ki, o da Bediüzzaman Said Nursî’den başkası değildir.
*
Evet, Sultan Abdülhamid’in şahsından söz ederken, diğer bazı kimselerin yaptığı gibi tahkir ve tezyife tenezzül etmeyen Üstad Bediüzzaman, sonradan da ne yazdıklarından dolayı bir pişmanlık hissetmiş, ne de Feylesof Rıza ve benzerleri gibi padişahtan özür dileme gereğini duymuştur. Dolayısıyla, Üstad Bediüzzaman’ın uğraştığı ve muhalefet ettiği şey, Sultan Abdülhamid’in şahsı değil, belki onun uyguladığı, yahut tatbik etmek zorunda kaldığı ‘zayıf istibdat’ siyaseti idi.
İşte, bu konu hakkında etralıca bir bilgiye ihtiyaç olduğu kanaatindeyiz. Çoğu kimse, bu hususu bir türlü anlayamıyor, yahut anlamak istemiyor. Kezâ, toptancı bir mantıkla hareket ederek “Ya hep, ya hiç” saplantısı düşmüş, orada debelenip duranlar var. Demek ki, şu noktayı vuzuha kavuşturmak gerekir ki, Said Nursi, Sultan Abdülhamid’in şahsiyeti ile siyatini birbirine karıştırmadığı gibi, ikisini birbirinden ayrı olarak değerlendirmiş müstesna bir şahsiyettir. Onun asıl maksadı ve muradı da, dinin siyasete ve diktacı uygulamalara âlet edilmesine mani olmak, bunun önüne geçmek ve bilhassa artık rey-i vahitten (tek adamcılıktan) rey-i cumhura (milli iradenin hakimiyetine) geçmeyi temin etmeye çalışmaktan ibaret idi.
Tarih, galiba yine tekerrür ediyor.