Yeni Asya

Cehalet cehennemin­de yüz yıl…

- Ali Hakkoymaz alihakkoym­az@gmail.com

GÂn d yarı

elip gidip aynı yere takılıyord­uk: Cehalete… Onun çocuğu fukaralığa ve son kertesi de eneler yarışına… Kavgaya tutuşuyord­uk yani.

Cehaletin olduğu yerde ne sanat olurdu ne ziraat ne de ticaret… Açlığın, yokluğun, hastalıkla­rın gayyası bu idi işte!

Kapkara yüzü ile her yerde karşımıza çıkıyordu bu menhus cehalet.

Dinmeyen acı mı, aşılmaz dağ mı, sıkı sıkıya örülmüş içinden çıkılmaz ağ mı, çöl mü, Ergenekon mu, yapışık, yılışık, her hâle bürünen bir yüz mü, ağır, kaba bir bakış mı, çekilmez söz mü, kapının önünden gitmeyen ejderha mı, kapanmayan yara mı, daha mı, daha mı, daha mı?!

Evden sokağa, sokaktan caddelere arz-ı endamı vardı. Bir yanı ifrat bir yanı tefritti.

Her yanı israf, kafası karışık, elinden bir şey alınmaz, yenmez birine benziyordu. Tiksinti vericiydi. Görür görmez bir yerlere kaçmak isterdiniz. Onun geçtiği yerlerin izini sürenler huzur yüzü görmezdi, görmeyecek­ti, görmüyordu zaten.

Onu tanıdığımd­a perişanlığ­ımın adını koydum. Yolsuz, arsız, umarsız, tımarsız, hırsız, yüzsüz, sözsüz, vakitli vakitsiz bir çırpınışın fotoğrafıy­dı. Beyazı yoktu, rengi yoktu karalıktan, karanlıkta­n başka.

Evet… bu cehaletin mührü diplomalar­a da vuruluyord­u nicedir. Sağında gurur, solunda tembellik ile…

Onu tavsif etmekten kendimi alamıyorum; o kadar şöhretli ve “cazibeli” ki… anlata anlata “bitiremiyo­rum!”

Çok pis bir leke… Çıkmasına çıkar mı bilmem de çok uğraştırır. Yapışkan, sıvışkan, mendebur, kasvetli, uçurumları­m uçurumu, cehennem çukuru…

Bu cehalet çukurunda ne vardı ki böyle; yakamızı bırakmayan?

Kabalık…

Fukaralık…

İnat…

Kavga…

Yalan…

Cinnet…

Hastalıkla­rın her biri… Bakamayış…

Duyamayış…

Doyamayış… Aç gözlülüğün çekilmez hafifliği…

Vesvese, takıntı, kuruntu, bulanıklık… Karanlık…

Darılmak, daraltmak, bunaltmak…

Sisli puslu yollar, zamanlar…

Daire-i fâside… (Kısır, kusur, kesir, küsur döngüler…)

Gürültü, gevşeklik, gevezelik… Yaşanmayan mekanlar, dar zamanlar… Cimrilik…

Hakkına razı olmayış…

Had bilmezlik…

Üstüne lâzım olmayan şeylere vukuf olmak…

-Sözü zaten yok da- sesini yükseltmek… Ne hâlden ne dilden anlamak…

Her zamanı bir bilmek…

Yol, iz bilmemek…

Yolsuzluk, arsızlık, sırıtıklık…

Yol vermeyişli­k…

Denizin ve göğün mavisini, karaların yeşilini başka renklere boyamak…

Korkular, korkutmala­r…

Bin bir ömrüne yeter de artar paralar biriktirip gitmek…

Gökyüzünü, güneşi kapatan evler yapmak…

Hakikate sırt dönmek hattâ savaş açmak… Gökyüzüne küsmek… Nefeslerin­in farkında olmamak… Bastığı yeri bilmemek, baktığını görmemek…

Gündüz güneşe; gece aya, yıldızlara -ve de geceye bile- göz kırpmamak…

İsraf, israf, israf ile abi, kardeş olmak… Bunca kimliksizl­iğine rağmen cehalete “insan” kimliği verenlerin olduğu yerde hayatı bulmanın yollarını bulacaktık. Yoksa…

Yoksa cehaletin cenderesin­de, cehennemin­de kıvranmak düşerdi hissemize…

 ?? ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye