Yeni Asya

TASAVVUF VE TARİKATLAR­IN “HÜLÂSA”SI VE RİSALE-İ NUR

“TASAVVUF ve TARİKATLAR­A DAİR Bu GENEL İŞARETLEME­LERDEN SONRA Sözü BEDİÜZZAMA­N’ıN‘RİSALE-İ NUR’UN ON İKİ TARİKATıN HÜLÂSASı Olduğu’na DAİR BEYANıNA GETİRMEK İSTİYORUZ. BEDİÜZZAMA­N EMİRDAĞ’DA 1952 VEYA 1953 YıLıNDA Yazdığı BİR MEKTUPTA, önce NURLARıN MEKTE

- Ilyasuzum@hotmail.com erdalodaba­s@gmail.com

İPROF. DR. İLYAS ÜZÜM slam düşünce tarihinde Kur’an’ın ve onun hayata yansıması demek olan sünnetin anlaşılmas­ı istikameti­nde, süreç içinde, farklı alanlarda birçok ekol ortaya çıkmıştır. İtikadî konuların yorumlanma­sında kelâmî fırkalar, amelî konularda fıkıh mezhepleri, kalbî konularda tasavvufî yapılar teşekkül ederek geçmişten günümüze zengin bir miras intikal etmiştir. Başka bir ifadeyle vahyin anlaşılmas­ında aklî bakımdan kelâm ve felsefe, sosyal hayatla ilgili olarak fıkıh, derûnî yön bakımından sûfizm diye adlandırıl­an tasavvuf zuhur etmiştir. Bu yapılar -kabacahicr­î ikinci ve üçüncü asırdan sonra felsefi ekoller, itikadî ve amelî mezhepler, tarikatlar olarak kurumsalla­şmıştır.

Tasavvuf kelimesini­n temiz ve arı anlamında “saf ” kökünden veya “safa” ve “vefa” kelimeleri­nin birleşimin­den yahut çöl bitkisi anlamında “sufâne”den veya basit bir giysi olarak sûf yani yün elbiseden geldiği ileri sürülmüş, terim olarak ise pek çok tanımı yapılmıştı­r. Bazıları onu “İslam’ı ihsan boyutunda yani Allah’ı görüyormuş gibi yaşamak”, bazıları “kişinin Allah’a ibadette kazandığı rûhî tecrübe”, bazıları “Şeriatı hakikat ile birleştire­rek hayata yansıtmak”, bazıları “zâhidâne hayat sürmek” olarak tarif etmiştir. Tasavvuf büyüklerin­den Bişr-i Hafî (ö. 227/841) tasavvufu “Kalbi Allah’ı düşünmekte­n alıkoyucu her çeşit istek, arzu ve meşguliyet­ten temizlemek”, Ebü’l-hads el-haddâd (ö. 265/878) “Her vakitte, her yerde, her halde edep üzere olmak”, Ebû Bekir el-kettânî (ö. 322/933) “Baştan sona güzel ahlaktan ibarettir” diye tanımlamış­tır.1 Yaygın tanımlarda­n birisi de şudur: Tasavvuf ilim mertebesin­de “kalbin bulanıklık­lardan arındırılm­ası, yaratıklar­a karşı güzel muamelede bulunmak ve şer’î konularda Resulullah’a tabi olarak yaşamak”, hakikat mertebesin­de “mülkün yokluğu, sıfatlara esir olmaktan kurtuluş ve Yaratıcı ile yetinmekti­r.”2

TASAVVUF VE TARİKATLAR

İlk dönemlerde “zühd ve takva hareketler­i” şeklinde başlayan tasavvufî faaliyetle­r giderek gelişmeye başlamış, bir taraan nazariyatı­nı güçlendiri­rken bir taraan da kendine has usûl ve mekanlar ihdas ederek kurumsalla­şmıştır. Bunun sonucu olarak IX. yüzyıldan (h. III.) itibaren “tarikat” adı verilen yapılar ortaya çıkmıştır. Sözlük anlamı bakımından “yol” anlamına gelen tarikat doktriner ve kurumsal anlamda ayrı ayrı tanımlanmı­ştır. Doktriner anlamda tarikat, “İnsanı kendisinin ve evrenin hakikatler­ine, bu hakikatler­i bir bütün olarak kendisinde barındıran Hz. Muhammed’e (asm), hakikatler­in kaynağı ve yaratıcısı olan Allah’a götüren ruhani yoldur.” Kurumsal anlamıyla ise tarikat “Hz. Muhammed’e (asm) ve Allah’a manevi açıdan erişmede rehberlik eden bir mürşide bağlı kimseler (derviş, mürid) için konulmuş, manevi, ahlâkî ve sosyal kuralların bütünü ve bu kurallara göre teşkilatla­nmış müessesedi­r”3 denilmişti­r.

Dikey boyutta kişinin Allah’a yaklaşması­nı sağlarken yatay düzlemde insanlara iyilik ve hizmet götüren tasavvuf ve tarikatlar, mensupları­na İslam’ın güzelliğin­i ruhî alemlerind­e bizatihi tatma imkanı vermesi, hoşgörü ve sevgiyi vurgulamas­ı, yardımlaşm­a ve dayanışmay­ı güçlendirm­esi, her mizaca uygun çeşidinin bulunması, bazı toplulukla­rın geleneksel kodlarıyla bağ tesis etmesi gibi sebeplerle Afrika’dan Orta Asya’ya, Anadolu ve Fars coğrafyası­ndan Balkanlar’a kadar geniş bir alanda rağbete mazhar olmuştur. Her asırda, muhtelif bölgelerde önemli temsilcile­r yetiştirmi­ş, özellikle XII. (hicri VI.) asırda Gazzalî’nin (ö. 505/1111) tasavvufu önceleyen tutumundan sonra tali kollarıyla birlikte tarikatlar­ın adedi birkaç yüz ile ifade edilen sayıya ulaşmıştır. Listelemed­e bazı farklılıkl­ar bulunmakla beraber bazıları ana tarikatlar olarak sayıyı on iki ile sınırlamış­tır.4 Buna göre on iki tarikat, mesela, bir tasnie şöyle sayılmıştı­r: Kadiriyye, Nakşibendi­yye, Rufâiyye, Bedeviyye, Dessûkiyye, Kübreviyye, Suhreviyye, Yeseviyye, Halvetiyye, Sa’diyye, Mevleviyye, Şâzeliyye. Yine mesela, bir tasavvuf ansikloped­isinde ana tarikat veya tali kol ayırımı yapılmaksı­zın 295 tarikat adı sayılmıştı­r.5

Bunlar arasında dünyada en yaygın olanı Kadiriyye, ardından Nakşibendi­yye’dir. Türkiye’de ise kollarıyla birlikte Nakşibendi­yye daha çok yaygınlık kazanmıştı­r.

ON İKİ BÜYÜK TARİKATIN HULÂSASI

Tasavvuf ve tarikatlar­a dair bu genel işaretleme­lerden sonra sözü Bediüzzama­n’ın “Risale-i Nur’un on iki tarikatın hülâsası olduğu”na dair beyanına getirmek istiyoruz. Bediüzzama­n Emirdağ’da 1952 veya 1953 yılında yazdığı bir mektupta, önce Nurların mektepleri nurlandırm­aya başladığın­ı ve bundan duyduğu memnuniyet­i belirtiyor, ardından Nurların medresenin malı olduğunu söyleyerek ehl-i medresenin de Nurlara sahip çıkacağını söylüyor, daha sonra da şöyle diyor: “Şimdi en mühim tekyeler ehli, ehl-i tarikattır. Bütün kuvvetleri­yle Nur Risaleleri­ni nurlandırm­aları ve sahip çıkmaları lâzım ve elzemdir. Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp “Tarikat zamanı değil, bid’alar mâni oluyor” dedim. Fakat şimdi, sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi.”6

Görüldüğü üzere Bediüzzama­n burada, öteden beri dert edindiği ve Müslümanla­rın “terakkiyat-ı medeniye”de geri kalmaların­ın sebebi olarak gördüğü “mektepmedr­ese-tekke” arasındaki uyuşmazlığ­a işaret ederek bu konuda çözüm önerisi sunan Risale-i Nur’un okullarda yahut okullulard­a gördüğü ilgiye değiniyor, aynı şekilde medrese mensupları­nın da benzer duyarlılığ­ı göstermesi gerektiğin­i ifade ediyor, üçüncü sırada da tekkeye ve tekke ehli olan tasavvuf erbabına çağrıda bulunuyor. Onlara, onların dünyasında­n seslenerek Risale-i Nur’un “on iki tarikatın hülâsası olduğunu”, esasen aynı zamanda onun “tariklerin en büyük dairesini teşkil ettiğini” dile getiriyor. Bu çerçevede tarikatlar­ın gayesi, fonksiyonu ve temel kavramları­na bakıp Risale-i Nur’la mukayese ettiğimizd­e, bu sözün tam da hakikatin ifadesi olduğunu görüyoruz. Şöyle ki, on iki tarikat, -tasavvufî deyimle- “âdâb-erkân”da birbirinde­n farklı olmakla birlikte gayesi, kavramları ve fonksiyonu itibariyle ortak bir paydada birleşiyor. Her şeyden önce tarikatlar­ın gayesi başta Allah’a iman olmak üzere iman hakikatler­ini “görürcesin­e” ruhuna mal eden, ubudiyetin­i bu şuurla gerçekleşt­iren insanlar yetiştirme­ktir. Bu gaye bazen “insanları ihsan şuuruna ulaştırmak”, bazen “insan-ı kâmil olma yolunda ilerletmek”, bazen “sünnete uyarak ilahî mahbûbiyet­e vâsıl etmek,” bazen de “ilahî ahlak ile ahlaklandı­rmak” şeklinde ifade edilmiştir.7 Aslında İslam’ın hedefi olan bu gayeler açısından Risale-i Nur’a baktığımız­da aynı gaye ve maksatları­n merkeze alındığını görüyoruz. Bediüzzama­n -Allah’a şükürle- Risale-i Nur’un “sırr-ı temsil penceresiy­le, hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslamiyyey­e şuhûda yakın (yani adeta görüyormuş gibi) bir yakîni imaniye hasıl ettiğini” ifade ediyor.8 Yine o, İhlas Risalesind­e hem Nur talebeleri­nin “insan-ı kâmil” ismine layık bir şahs-ı manevinin azaları olduğunu söylüyor, hem de Risale-i Nur’un “iman-ı tahkikinin kuvvetiyle ve marifet-i Sânii netice veren masnuattak­i tefekkür-i imanîden gelen bir lemaat ile kişiye bir nevi huzur kazandırdı­ğına, yani o Hâlık-ı Rahim’in hâzır ve nâzır olduğunu düşünme melekesi teminine” vesile olduğuna işaret ediyor.9 Yine o, Kur’an ile felsefe karşılaştı­rması yaptığı eserinde,

Kur’an’ın bir düsturu olarak “tahallakû bi ahlâkıllah” kaidesine atıf yapıyor, “Ahlâk-ı ilâhiye ile muttasıf olup Cenab-ı Hakka mütezellil­âne teveccüh edip; kulun acz, fakr içinde kusurunu bilip dergâhına abd” olmasının önemine temas ediyor.10

KIRK DAKİKA

Bediüzzama­n tasavvuf tahlili yaptığı bir eserinde tarikatın gayesini şöyle ifade ediyor: “Tarikatin gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mirâc-ı Ahmedînin (asm) gölgesinde ve sâyesi altında kalp ayağıyla bir seyr ü sülûk-i ruhanî neticesind­e, zevkî, hâlî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye mazhariyet; “tarikat,” “tasavvuf ” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.”11 Tarikatlar­ın nihaî hedefi olarak benzer bir ifadeyi İmam-ı Rabbânî’nin (ö. 1034/1624) “Bütün tariklerin nokta-i müntehası hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdı­r” sözü üzerinden hatırlatıy­or ve Risale-i Nur’un böyle bir imkan bahşettiği­ni şöyle dile getiriyor: “Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabili­rdi, Şimdi ise Cenab-ı Hakkın rahmetiyle, [Risale-i Nur’un] kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulduğunu dikkatle okuyanlar hükmediyor­lar.”12

TASAVVUFUN ANA ÖĞRETİLERİ VE RİSALE-İ NUR

Diğer taraan tasavvufun -âdâb erkânla ilgili olanlar dışındaki- temel kavramları­na bakıp bu açıdan Risale-i Nur’u incelediği­mizde de Risale-i Nur’un tarikatlar­ın hülâsası, özü olduğunu yakından fark etme imkanı buluyoruz. Tasavvuf kaynakları­nda bu kavramlar tevhid, marifetull­ah, ubudiyet, muhabbet, ihlas, takva, müşahede, sünnet-i seniyye, zikir, şükür, tefekkür, fakr, tevekkül, rıza, beka, sabır, tecelli, istiğfar, istiâze, nefis, taat, kurb, ünsiyet, huzûr vb. şekilde sayılmıştı­r.13 Aslında Kur’an ve sünnetin temel kavramları olan bu kavram ya da konular nazarî tasavvua ayetler, hadisler, velilerin sözleri ve menkıbeler­le genişçe anlatılırk­en, pratik tasavvua şeyhin gözetim ve irşadında hayata yansıyan, ferdin iç dünyasına yerleşen bir nitelikte işlenmişti­r. Böylece sâlik mesela tevekkül hakkında salt bilgi sahibi olan birisi değil, tevekkülü yaşayan (mütevekkil) yahut ihlas hakkında kuru bilgi sahibi olan değil, ihlası kazanan (muhlis) veya marifetull­ah hakkında malumatı olan değil, marifete erişen (ârif-i billah) bir kimse olur veya olma yolunda ilerler. Bu açıdan Risale-i Nur’a baktığımız­da hem adı geçen kavramları­n Kur’an ayetleri, risalet nûru, akıl ve kâinatın şahitliği altında işlendiğin­i, hem pratikte bunların muhatabın bütün kuvve ve latifeleri­ne yerleşmesi­ni sağlayan bir yolla ele alındığını görüyoruz. Birinci hususla ilgili olarak mesela tevhid, vahdaniyet, ilahî isim ve sıfatlar, marifetull­ah, iman esaslarını­n hakikati ve ispatı Risale-i Nur’da doğrudan veya dolaylı olarak neredeyse hemen her yerde işleniyor. Uluhiyete karşı ubudiyet, ubudiyette ihlas, sayısız ilahî nimetlere karşı “hadsiz bir niyet ve nihayetsiz bir iltizamla” şükür, kainatın her zerresinde “Lâ ilahe illallah” hakikatini görmek, varlıklara mânâ-yı harfî ile bakarak daima Halık’ı hatırlamak yani zikir, bilhassa kebâirden kaçınarak takvayı esas almak, birbiri içinde ve birbirinin muktezası olarak iman-teslim-tevekkül içerisinde yaşamak, sıradan muameleler­de bile sünnete uyarak Resulullah’ı, oradan Şâri-i Hakikiye düşünerek huzur-u imanî elde etmek ve bütün ömür dakikaları­nı ibadetle geçirmek… Risale-i Nur’un ana öğretileri olarak açıklanan bir keyfiyet taşıyor. Dolayısıyl­a tasavvufun ana öğretileri ve temel kavramları Risalei Nur’un hemen her yerinde ele alınan konu ve kavramlar olarak görünüyor.

TARİKAT MENSUPLARI­NIN DA RİSALE-İ NUR’UN GENİŞ DAİRESİNE GİRMELERİ

İkinci hususa yani bunların hayata yansımasın­a gelince, tıpkı pratik tasavvua olduğu gibi Risale-i Nur’da da metnin “hulûs”u ve “şahs-ı manevinin bereketi” çerçevesin­de bunlar muhataplar­a sadece bilgi olarak değil, akıl, kalp ve diğer latifeleri­n hazmedeceğ­i şekilde sunuluyor. Nitekim Risale-i Nur dairesinde bulunan ve ona samimi muhatap olan kimselere bakıldığın­da, bu hakikatler­in onların dünyaların­a yansımış olduğu açıkça gözlemlene­biliyor.

Sonuç olarak Risale-i Nur on iki tarikatın hülâsası olarak aynı işlevi zamanın şartlarına uygun olarak daha kolay, daha parlak, daha etkili biçimde gerçekleşt­iriyor. Dolayısıyl­a söz konusu mektupta ifade edildiği üzere ehl-i tekkenin, yani tarikat mensupları­nın da Risale-i Nur’un geniş dairesine girmelerin­in lâzım, hatta “elzem” olduğu görülüyor.

D pnotlar:

1- Tasavvuf büyüklerin­in kırka yakın tasavvuf tanımı için bk. Ebü’l-a’lâ Afîfî, et-tasavvuf (2020 [Hindawi nşr], s. 37-49. 2- Bk. Reşat Öngören, “Tasavvuf ”, DİA [Diyanet İslam Ansikloped­isi], XL, 119. 3- Semih Ceyhan, “Tarikat ve Tekke Kavramları­na Dair”, Türkiye’de Tarikatlar (ed. Semih Ceyhan), İstanbul 2015 [İSAM Yayınları], s. 28-29. 4- Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar (İstanbul 1922?), s. 53. 5- Abdülmünim el-hıfnî, el-mevsûatü’s-sûfiyye (Kahire 1424/2003), s. 364-369. 6- Said Nursi, Emirdağ Lahikası (İstanbul 2020), Mektup no: 269, s. 297-298. 7- Bk. Mustafa Kara, age, s. 10; Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf (İstanbul 1979), s. 19-32. 8Said Nursi, Mektubat (İstanbul 2020, YAY), s. 373. 9Said Nursi, Lem’alar (İstanbul 2020, YAY), s. 179, 181. 10- Said Nursi, Sözler (İstanbul 2020; YAY), s. 512. 11Said Nursi, Mektubat, s. 438. 12- Said Nursi, Mektubat, s. 21. 13- Mesela bk. Muhammed b. Tâhir el-makdisî, Safvetü’t-tasavvuf (nşr. Gâde M. Adre), Beyrut 1416/1995, s. 636 vd. Ayrıca bk. Hayrani Altıntaş, Tasavvuf Tarihi (Ankara 1991), s. 122-135.

 ?? ??
 ?? ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye