Ah, bu benim kendime yabancılığım!
Kronometre doğar doğmaz son sürat koşuyordu/k. “Yarış…” demeliyim yani hayat… dünyaya adım atar atmaz başlıyordu. Ve bu ki koca âlemi kendisinde taşıyan birkaç kilo et kemik değildik herhalde!
Bu etin kemiğin dışında/içinde olan başka bi’ şeydik.
“Âdem mânâya derler;
Kaş ile göz değil…” mısralarını hatırlamanın sırası…
Zaman, maddemizi törpüleyip eritirken o görünmezliğimize dokunuyor ve biz de hayatı dokuyorduk.
Zamanın sesini duysaydık belki de yerimizde duramaz işte o zaman zamanla yarışırdık belki.
Gerçi her sabah her akşam gün gidip gelirken bir dairenin içinde yuvarlandığımızı görüyorduk.
Dönüp dönüp aynı yere mi geliyorduk! Sabah, akşam, haftalar, aylar, yıllar…
Dejavu desem… aynaya bakıyorum bu o eski yüzüm hattâ gözlerim bile değil… Değil desem ben dün bu zamandaydım, buradaydım işte de yok, yok; hiçbir şey yerinde durmuyor. Dün, önceki gün-ler gitti, yerine yerleşti bile. Şu elimdekiler de bir rüzgârdan beter fırıl fırıl ırılıp gidiyor yanımdan, yöremden, elimden… Bana kalan ne?
***
Saatçi dükkanlarına bayılırım. Çocukluğumdan beri hele o zamanı elleriyle tutar, gözlerine taktığı o tek göz dürbünle de gözetler gibiydi.
Yüzlerce saatin irili ufaklı tiki takları bütün zamanları kulaklarıma doluşturuyordu.
Güzel adetler vardır ya… doğanlar için ağaç dilek gibi… Ah, benim için de bir ağaç dikilseydi de zamanın nasıl çiçeklenip meyvelendiğini bir de böyle görseydim.
Annem derdimi sana döküp duruyorum da ne yapayım şefkatinin kanatlarının sıcaklığı ı biliyorum. Bu beni annem ah, zamanların sesini duymayan, rengini görmeyen okullara hiç mi hiç teslim etmese miydin?! İlk okul bitti. Bitti de ordan kalan ne; yok ki…
Aklımda, hayalimde öyle bir zaman kırıntısı niye yok?!
İlle de görmek istiyorsanız şunlar işte: Kırık, dökük, yıkık, sarkık, öksürüklü, önlüklü, yakalıklı, perişan, aç, sefil, dilsiz, zamansız, cılız, parasız, hâlsiz bir çocuk…
Bütün zamanları elinden alınmış, çalınmış bir çocuk…
Sonra bir üç yıllık okul daha… Babam bir öğretmenimle biraz karşı karşıya gelecek ve orta mektebi bir yıl daha okuyacaktım. İki ayrı dünyanın arasında kalmış bir çocukmuşum meğer! Zaten derslerle arası iyi olmayan bu şapkalı, sivil çocuğun bir yılı da böyle gidecekti.
On beş liralık şapkası çalınınca mı kaybolunca mı da ağlayan bir çocuk… Öğrencinin başında o şapkanın işi ne idiyse! Kara, kapkara bir istibdat işte! Şimdisiz geçen yıllar… Derslerinin. zamanın, öğretmenlerinin dahası kendisinin yabancısı olan bir çocuk…
Ve hâlâ bu kendime yabancılığım, uzaklığımla yüzleşmeye ne zaman dururum; bilmem!