Şân-şöhret-servet düşkünlüğü
Şu dijital medyatik çağda, beşerî zaaftan kaynaklı türlü hastalıklar zuhûr etti: Şahısperestlik, şöhretperestlik, reytingperestlik, menfaatperestlik, ûretperestlik, hayalperestlik, lâfızperestlik, üslûpperestlik, teşbihperestlik, kafiyeperestlik, vesâire…
Bunlar eskiden de vardı. Ama şimdiki vaziyet ile kıyaslanamayacak kadar azdı.
Ne var ki, azalıp çoğalma durumu, bunları hastalık olmaktan çıkarmıyor.
Bu devirde, iş çığrından çıkacak raddeye gelmiş bulunuyor. Hele şu reytingi yükseltmek, bilhassa sosyal mecrâlarda takipçi kasmak, beğeni toplamak, o derece yaygın bir maraza dönüştü ki, mesele adeta dilencilik halini aldı.
*
Tabiî, kimisi de türlü yollarla takipçi sayısını zirvelere taşıdıktan sonra, işi ticarete döküyor ve bundan kazanç sağlamanın yoluna bakıyor. Kısaca, önce takipçi kasmanın, sonra da bundan para kazanmanın derdine düşenler var.
İş usûl ve âdâbına göre yapılsa, dert değil, sıkıntı değil. Ama, plan ve strateji başka. Önce, insanların masum tarafına hitap edilerek bir tür sermaye-altyapı teşkil ediliyor; ardından, o sermaye bambaşka maksatlara tahvil ediliyor.
Hastalığa kapılmış olanların en çok da kullandığı malzeme ise, tarihe yüksek itibar ile geçmiş şahsiyetlere mal edilen sözler, vecizeleridir. Dört büyük halife ve dört büyük mezhep imamı gibi. Yahut Mevlâna, Yunus Emre, Sâd-i Şirâzî, Hz. Bediüzzaman gibi. Tabiî, pekçok âyet ve hadis meâlleri iktibas ederek kendince taban oluşturmaya çalışanlar da var. Tıpkı, mübarek gün ve geceleri fırsat bilenler gibi…
Yapılan nakillerde (alıntı-iktibas), yahut sözün ait olduğu şahıs isimlerinin zikredilmesinde, sosyal medya mecrâlarında maalesef yeterince tahkikat yapılamıyor. Çoğu kimse işin kolayına gidiyor. Bu da, haliyle ciddi bir kargaşaya sebebiyet veriyor. Zira, pek çok söz var ki, asıl sahibine değil, bambaşka kimselere mal edilerek yayınlanıyor.
*
Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için tekrâren ifade edelim ki: Maksadı sırf rızâ-i İlâhiye olup, bu mecrâlarda bir nevi tebliğ ve irşad hizmetini görenlere söylenecek bir sözümüz yok. Aksine, onları tebrik ve takdir ederiz. Yeter ki, onlar da bir derece meseleyi tahkik etsinler. Hangi sözün kime ait olduğuna dair güvenilir kaynaklardan bakıp öyle ilânât ve neşriyatta bulunsunlar.
*
Tekrar asıl konuya dönecek olursak, kısaca şunları ifade etmek mümkün:
Şân-şöhret peşinden koşmak, yahut dünyevî menfaat dilenciliği yapmak, kimseye itibar kazandırmıyor.
Aynı şekilde, kimseye iç huzuru da vermiyor. Gösterilen hırs ve kıskançlık sebebiyle, daimî bir sıkıntı ve stres hali bu işin zebunlarını sarıp sarmalıyor. Başlangıçta ilâç gibi zannederek hâz aldıkları şeyin, aslında zehirli bal hükmünde olduğunu çok sonradan anlamaya başlıyorlar. Anlamak geç vakitten olunca da, zehrin ve acıların telâfisi de haliyle zor oluyor.
Şahısperestliğin en mühim sacayağından biri olan şân-şöhret âfetine dair, Hz. Bediüzzaman’ın Katre Risâlesinde gayet veciz bir ifadesi yer alıyor. Bu bahsi, o vecize ile bağlayalım. Şunu diyor, Üstad Bediüzzaman:
“Ey şân ve şerefi, nâm ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al.
“Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır ve insanı insanlara abd ve köle yapar. O belâ ve musîbete düşersen “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” [Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine O’na döneceğiz] de, o belâdan kurtul.”
Allah bizi bu zamanın bilumum dehşetli maraz, arıza ve hastalıklarından muhafaza eylesin.