İZZETLI, VAKARLı, YERINDE DURUŞ
Hak aramak, yerine göre hakkını müdafaa etmek, insan olmanın bir gereğidir. Böylesi bir esas-temel hakkı aramanın da şüphesi kendine göre bir yolu, metodu, usûlü, yöntemi vardır. Usûl haricine çıkıldığında ise, hak arama imkânı zorlaştığı gibi, haklı iken haksız duruma düşme ihtimali de var.
Demek ki, usûl esastan önce gelir. Bu temel kaideyi unutmadan ve hiç hatırdan çıkarmadan gitmeli. Aksi halde, mesafe almak ve hele neticeye ulaşmak imkânsız hale gelir.
Hak aramanın yolları belli: Emniyet içinde, hukuk çerçevesinde, kanunlar dairesinde kalarak, asıl maksada ve netice almaya doğru gidilmeye çalışılır. Bu şartlara riayet etmeden elde edilecek olan şey hak değil, haksızlık olur, yahut başkasının hakkına girmek olur. Bu ise, insan izzetine, vakarına, onuruna yakışmayan bir davranış biçimi olarak karşımıza çıkar.
*
Esâsen aynı usûl ve yöntem, ibadetlerin icrası noktasında da geçerli. Meselâ, aslolan şey ibadet etmektir. Ama, ibadetin de şüphesiz kendine göre bazı şartları, kaideleri, usülleri var. Bunlara uyulmadan, şartları yerine getirilmeden, hâlis ibadette maksat hasıl olmaz. Misâl: Kâbe ve kıble ile ilgisi olamayan kuzey-güney kutup noktalarına dönerek namaz kılmak gibi. Yahut, oruca niyetlendiği halde, fecir vakti girdikten sonra veya güneş batmadan evvel yemeye-içmeye tevessül etmek gibi.
Demek ki, namaz ve oruç gibi ibadetleri yapanların da izzetli-vakarlı bir duruşu olmalı. Evet, kişi yaptığı işi sulandırmaktan kaçınılmalı ki, ibadette de esas maksat hâsıl olsun.
*
İzzetli-vakarlı bir duruşla hak aramanın şartlarından biri de, “haksızlığın hak yerine konulduğu”, daha açık bir ifade ile “haksızlığın hak diye yutturulmaya çalışıldığı” hâl ve zamanlarda, hiç ezilip bükülmeden yerinde sabit durabilmektir.
İşte bu sırdan dolayıdır ki, Üstad Bediüzzaman, kendisini ezmeye çalışan gaddar idarecilere istirahati için neden “vesika almaya müracaat etmediğini” şu hakikatli ifadelerle ders veriyor: “Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâvâ etmek ve onlara müracaat etmek bir haksızlıktır; hakka karşı bir hürmetsizliktir. Ben bu haksızlığı ve hakka karşı hürmetsizliği irtikâp etmek istemem.” (Şuâlar, s. 408)
Evet, hak dâvâ etmek, esasa taalluk eden bir meseledir. Hak-hukuk müracaatında bulunmak ise, usûle dair bir meseledir... Burada da görüldüğü gibi, öncelikle usûle dikkat çekilip buna riayet ediliyor. Aksi halde, hata edilmiş olunur.
*
Son bölümü de izzetlivakur konuşmanın usûl ve esaslarına ayıralım.
Bir mesele hakkında doğru şeyleri söylemek, işin “esas”ı ile alâkalı. Konuşmanın yeri ve zamanı ise, işin “usûl” tarafıyla ilgilidir. Hüküm ise, burada da aynıdır: “Usûl, esastan önce gelir.”
Evet, önce usûle riayet etmeli. Usûle riayet etmeyen kimse, kendini paralasa da esasın hakkını veremez olur. Hatta, esasa zarar vermesi ve hakkı incitmesi dahi kuvvetli ihtimal dairesine girer. Yapılan bir konuşmanın yerinde, zamanında ve usûlüne uygun olması tesirini elbette ki ziyadeleştirir. Yalnız, burada pek mühim bir nokta olarak karşımıza bir de “üslûp” meselesi çıkıyor. Bozuk ve hatalı bir üslup, konuşulan meselenin ciddiyetini bozar, vakarına halel getirir.
Hasıl-ı kelâm: Yanlış yerde durup şüpheli, şaibeli görüntüler verdikten sonra, söylenen doğruların da fazla bir kıymeti, ciddiyeti kalmıyor. Dahası, yanlış bir yerde ne kadar çok doğru şeyler konuşulursa konuşulsun, zihinler o nisbette karışır, bulanık hale gelir. Zira, yapılan şey usûle uygun olmadığı için, esasa visâl olunamıyor.
Yanlış yerde durup şüpheli, şaibeli görüntüler verdikten sonra, söylenen doğruların da fazla bir kıymeti, ciddiyeti kalmıyor. Dahası, yanlış bir yerde ne kadar çok doğru şeyler konuşulursa konuşulsun, zihinler o nisbette karışır, bulanık hale gelir. Zira, yapılan şey usûle uygun olmadığı için, esasa visâl olunamıyor.