KAYBOLAN BIR ŞEHRIN HIKÂYESI
Yine bir gün şehri gezmeye çıktı kadın. Gezelim görelim değildi onun yaptığı aslında. Gördüğü yerleri bile yeterince görmediğini biliyordu. Önüne muhakkak çıkan bir sürprize şaşırmıyordu artık. Şehrin bir hediyesi kabul ediyor ve en çok da bu yönü hoşuna gidiyordu. Ruhu, mazisi, hatıraları ve az biraz bildiği tarih bilgileri bile, onunla beraber kafile halinde geziniyordu.
Her seferinde diyordu ki,‘bu adımladığım sokakların 100-200 yıl öncesini, şu çay içtiğim yerden görecek bir teknoloji icad edilse de seyretsem...’
Aslı geçmişte olan şehrin acuze ve aciz halini seyreden yitik şehirli olmak yerine, o medeniyetin şahidi olsam... Mesela bu fotoğrafta bir halı yıkamacı var karşıda. Hemen bitişiğinde bir tekke meşrutası, bakımsız ve güya yeni yüzyılda yapılmış ondan da bakımsız kötü görünümlü binaların arasında sıkışmış kalmış: Seydi Baba Türbesi.
İçi yandı kadının. Kim diye araştırdı, tam olarak bulamadı kitabede. Ölüm tarihinin çevirisi 1810 yılına tekabül etse de, bu manevi şahsiyetin o devirdeki gücü, misyonu, hayır hasenatı hakkında bir bilgi
Modern çağın insanlarını ve kâinattaki her varlığı maddeye memluk eden “materyalist anlayış”, hilkatin bir neticesi itibariyle insanı kuşatan tüm ulvi seciyeleri ve maneviyatı hiçe sayarak, insanın latif hissiyatını ihmal etmekte ve hayatın anlamını maddi ve somut unsurlara indirgemektedir. Peki, neden bilhassa gençlerin ve hatta çocukların dahi ana odağını oluşturan ve hayatlarının birincil gayesini lüks yaşama ve maddi çıkarlar çemberine mahpus eden bir yaşam tarzı, günümüz jenerasyonunu ziyadesiyle etki altına alıyor?
Çeşitli grupların daima gündemde tuttuğu yahut kapitalist sistemin tüketim çılgınlığını körüklemek için bir araç olarak kullandığı, meşhur “Z kuşağının” üzerindeki bu döngü, gençleri “haz ve hız”ın ön planda tutulduğu bir hayat tarzına sürüklüyor. Her sosyal medya platformunda birkaç saniyeye sıkıştırılmış hızlı tüketilebilen içerikler, doğal edinemedi.
Harikzadegân Apartmanı var Lâleli’de. 1919’da çıkan bir yangın sonrası, hiç olmazsa bir kısım evsize konut olması amacıyla yapılmış. Cumhuriyet döneminde olmayan hazır yiyecekler, sanal oyunlar, dijital bağımlılık ve sair derken “mutluluğu” yahut hazzı daim kılma çabası özellikle gençler için vazgeçilmez hale geliyor ve bir noktadan sonra da yerini, “haz ve hız” bağımlılığına bırakıyor.
Elbette, bu döngü, hakiki mutluluğu getirebilmekten mahrumdur. Modern dünyanın sunmuş olduğu bu tüketimde aşırı doz alımının neticesi de gençlerin derinden bir tükenmişlik haline sebep oluyor. Nihayetinde, tatminsiz, sosyalliği medyaya hapsolmuş, lüks bataklığında bir gençlik portresi önümüze çıkıyor. Bu çaresiz tükenmişlik hali kimilerini varoluşssal paradokslarla çürütürken kimilerini de materyalist dünya baskısının aksine “manevi arayışlara” yöneltiyor. Haliyle, içsel boşluğunu doldurmak için dine alternatif olarak sunulan yaklaşımlara yönelenler de mevcut; direkt doğrudan dini kaynakların peşine düşüp hakikate ulaşanlar da.
Tayyare Apartmanları olarak tanınmış ve bir çok el değiştirerek farklı amaçlarda kullanılmış meşhur bina.
İşte aslında tarihimiz bir yangın yeri diye düşündü kadın. Öyle bir yangın ki kitabeleri okutmaz, ahşap evleri otopark mafyasınca yakılır kül edilir de, geriye hiç bir iz kalmaz. Sebiller, işportacıya kiralık, türbeler bakımsız, sahipsiz, çevresi maneviyatsız... Mahalle yanarken deli saçını tararmış derler ya. Tarihin izlerini kendi elimizle sildiğimiz akıl tutulmalarının yarasını kim sarar? Yangından mal kaçırır gibi yağmalanmış, horlanmış, bağrı yanık bu şehrin vefası ve kerametiydi insana, yine de kol kanat geren, içinde barındıran...
O yine vakur, o yine efsunlu, o yine heybetliydi. Asıl biz kendi derdimize yanalım dedi kadın. Kör cehaletimizden, hunharlığımızdan, barbarlığımızdan utanalım. Türbede yatanlara bir Fatiha okudu, harâbezâra yüreği yanık halde bakıp yarım kalan çayını yudumladı.
Evet, dogmatik ve materyalist bir eğitim anlayışla beslenerek ilkokul sıralarına oturmuş, üniversite sıralarında dahi Batı menşeli bir felsefe ekseninde maddeyi esas olarak kabul eden, çeşitli mecralar üzerinde de bu akımlara maruz kalan ve bunun bir neticesi olarak “her şeyi maddede arayan”bir neslin maneviyatla imtihanı çetin olsa gerek. Hayır! Karamsar olmaya gerek yok; aksine son derece ümitvarız!.. Gençliğin, içine hapsolmuş olduğu tüketim ve yalnızlaşma keşmekeşinin maddi öğelerle, bu derin ve manevi boşluğu dolduramayacağı aşikârdır. Varoluş sancıları içinde kıvranan gençliğin “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?”sorularına doğru cevabı bulması geç olmayacaktır. Hatta eski zamanlara kıyasla daha çok düşünen, daha çok sorgulayan bu genç zihinlerin, nihayetinde fıtri yaratılış gayesini fark edip hakikate ulaşarak müteyakkız idraklerde, tahkiki imanların vuku bulacağı ümidinde kuvvetli olmak gerektir.