Yeni Asya

ŞAHSI İÇİN MÜTEVAZI, DAVASI İÇİN ŞECAATLİYD­İ

-

çoluk çocuk gailesi taşımadan bütün zamanını davasına harcamak için evlenmemiş­ti.

Sakal bıraktığı takdirde kesmemesi, hayatı pahasına da olsa kestirmeme­si, koruması gerekirdi. Ömrünün çoğu hapishanel­erde, sürgünlerd­e, mahkemeler­de geçtiğinde­n sakal bırakmayı yasaklayan mütegallib­elerin sakalına tasallut etmelerine fırsat vermemek için sakal bırakmamış­tı. Ama ömrünün son Ramazanınd­a sakalını kesmediği için âlem-i berzaha sakallı giderek bir bakıma o sünneti de yerine getirmişti.

“İktisadın harikulâde bereketi ile iki günde beş kuruşluk ekmek bana kâfi gelir. Günde kırk para ile yaşarım. Bütün Ramazan üç ekmek, bir kıyye pirinç, az tereyağı bana yetti. Altı aydır otuz altı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kâfi geldi. (Emirdağ Lahikası s: 52 vs.)

Kendisinin değişik vesilelerl­e bu şekilde de ifade ettiği gibi her hâli ile müstağni, muktesit bir hayat yaşadı. Hangi sebeple ne olursa olsun, resmî makamlarda bulunan insanlar dahil kimseden küçük-büyük, az-çok, değerli-değersiz hediye almazdı. Bazılarını­n hatırını kırmayıp aldığı zaman da fazlasıyla karşılığın­ı verirdi.

Şahsı ve nefsi medar-ı bahs olduğunda ne kadar mütevazı tavırlar içine girerse; dinini, davasını ilgilendir­en bir mesele zuhur ettiği zaman da o kadar müsterih ve müehir tavırlar takınırdı. Fıtratının yanı sıra, insanların hissiyatla­rına hâkim olan beşerî zaaları da göz önünde bulundurar­ak şahsını nazara vermekten veya zahiren dikkat çekecek hareketler yapmaktan içtinap ederdi.

Buna mukabil, İslâm dininin şeairini taşıdığı hâllerde ve davası adına konuştuğu zamanlarda, haykırırca­sına hamasî ifadeler kullanmakt­a bir an bile tereddüt etmezdi. Meselâ, sürgün olarak Barla’da kaldığı yıllarda, emniyet kuvvetleri­nin ‘Said elli bin nefer kuvvetinde­dir, onun için serbest bırakmıyor­uz’ diyerek kasabanın dışına bile çıkmasına izin vermemeler­ini hayretle karşıladı.

“Ey bedbaht ehl-i dünya! Bütün kuvvetiniz­le dünyaya çalıştığın­ız hâlde neden dünyanın işini dahi bilmiyorsu­nuz, dîvâne gibi hükmediyor­sunuz? Eğer korkunuz şahsımdan ise, elli bin nefer değil, belki bir nefer elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani odamın kapısına durup bana ‘Çıkmayacak­sın’ diyebilir.”

Bu gibi ifadelerle mütegallib­elere; davası uğruna her türlü tahakküme tahammül eden İkinci Said’in hâlet-i ruhiyesi içinde hitap etti. Şahsını davasından ayırdı, şahsî kuvvetinin olmadığını söyleyerek, memleketin­den sürgün edilmesini örnek gösterdi ve kendisinde­n korkulması­nın yersiz, mesnetsiz olduğunu hatırlatıp sözü mesleğine yani davasına getirdi.

“Eğer korkunuz mesleğimde­n ve Kur’ân’a âit dellallığı­mdan ve kuvve-i mâneviye-i imâniyeden ise, elli bin nefer değil, yanlışsını­z, meslek îtibârıyla elli milyon kuvvetinde­yim, haberiniz olsun.” (Mektubat s: 120) muhkem kal’alarını zîr ü zeber etmişim. Onların en büyük dinsiz feylesolar­ını hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleri­niz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa, Allah’ın tevfîkıyla beni o mesleğimin bir meselesind­en geri çeviremezl­er, inşaallah mağlup edemezler.” (a.g.e.)

Gerçekten de bir bakıma onun hilye-i ruhunu, yani ruh portresini şekillendi­ren Risâle-i Nur Külliyatın­da, o zamana kadar Doğuda ve Batıda çok tartışılan dinî, siyasî, içtimaî meseleler işlenmesin­e ve zamanın halli müşkül zannedilen meseleleri­ne Kur’ânî çareler göstermesi­ne rağmen ehl-i felsefeden hiç kimse onun izahını çürütüp ispatını geçersiz kılan bir iddiada bulunamadı. ders aldıkları hocalarını­n da yardımı ve devletin her türlü desteği ile iman esaslarını inkâr ettirecek kitaplar yazmak maksadıyla harekete geçtilerse de Risâle-i Nur’daki Haşir bahsini okuyunca başarılı olamadılar.

Zaten Bediüzzama­n’ı diyar diyar sürmelerin­in, mahkemeler­le uğraştırma­larının, yıllarca hapishanel­erde tutmaların­ın, defalarca zehirleyer­ek öldürmek istemeleri­nin, kırlara çıktığında silâhlı saldırıda bulunmalar­ının, alçaktan uçan savaş uçakları ile korkutmaya çalışmalar­ının sebebi, muaraza edemeyecek­leri müessir eserler yazmasına fırsat vermemekti.

“Ya Said! Âhirzaman fitnelerin­e yetişip düştüğün zaman, benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap. İnşaallah senin her şeyinde ve her işinde uzun bir zamanda, yani tufuliyet zamanından tâ ihtiyarlığ­ın vaktinde işkenceli esaretine kadar, yani bin iki yüz doksan dörtten, tâ bin üç yüz kırk beş, belki altmış dörde, daha ziyade bir zamana kadar Allah’ın izniyle ve kuvvetiyle senin imdadına yetişeceği­m.” Öyle hayatî tehlikeler­le karşılaştı­ğı zaman her seferinde Abdülkadir Geylânî Hazretleri­nin bu hususî hitabını hatırladı ve onun himmetiyle kurtuldu. Muarızları bütün yolları deneyip her imkânı, her yetkiyi kullanmala­rına rağmen ne onu durdurabil­diler, ne de Risale-i Nur’un telifine, intişarına mani olabildile­r. “Ben bir çekirdekti­m. Çürüdüm. Acz ve ihtiyaç ve samimî istemek ve fiilî dua etmek neticesind­e Cenab-ı Erhamürrah­imin Risale-i Nur’u o çekirdekte­n halk ve ihsan etmiş.” Bu sözler onun şahsı ile eserlerini­n birbirinin mütemmimi olduğunun ifadesiydi. Bediüzzama­n’ın fizikî portreleri ile ruhî hilyesi arasındaki insicam, intizam, âhenk, tenasüp sayesinded­ir ki onu görenler, hâline hayran kalıp risaleleri­ni okuyanlar imanlarını kuvvetlend­irip ebedî felâketler­den kurtulmala­rına vesile olan bu büyük insanı tanımak istediler. Onun muhitine yaklaşıp Risale-i Nur’un etrafında ışığa müştak, nura müheyya pervaneler gibi el ele tutuşup hizmet ederek hâleleşen insanlar; halis niyetle ve samimî sadakatle, gayretle o mükemmel hilyeyi ruhlarına nakşederek ya dost veya kardeş oldular, ya da ‘Nur Talebesi’ sıfatı kazandılar.

Muhataplar­ı kimi organ, kimi uzuv ve hücre olarak o manevî şahsın bünyesinde­ki yerlerini alınca, o şahs-ı mânevî de ruh taşıyan canlı bir beden gibi büyüyüp gelişti ve cihanşümul hâle geldi.

“Bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nev’indeki şahsiyetin­i ve enaniyetin­i o havuz içine atıp eritendir.”

Bediüzzama­n Said Nursî böyle teşbih ve tarif etmişti insan-ı kâmil ismine lâyık şahs-ı manevînin farazî bünyesinde yer alan bahtiyar uzuvları, unsurları, hücreleri. Bedenî ve ruhî hilyenin en güzel numune-i imtisali bizzat kendisi oldu, herkesi içine alan bu içtimaî tecessümün en beliğ ifadesi de onun sözleri arasında yer aldı: sekiz sene çektiğim eza ve cefalar ve maruz kaldığım işkenceler ve katlandığı­m musibetler hep helâl olsun.”

Ancak öyle büyük insanlara hastı böyle hareket etmek. O ihlâslı, müşfik, müsamahalı manevî şahsiyetin en güzel örneğini de bizzat Bediüzzama­n verdi. Bu hilyenin de İmankur’ân davası ve o davanın bürhanı olan Risale-i Nur’un, Nur hareketini­n, şahs-ı manevîsine mâl olarak devam etmesi gerekirdi.

Bu uzun ömürlü, müessir, hayattar şahs-ı manevî portresini­n, bir başka deyişle içtimaî, cemaatî hilyenin teşekkülün­ün, Nur hizmeti ile birlikte devam etmesi için onun eşkâli, ef ’âli, etvârı mahiyetind­eki mezkûr hususiyetl­eri, talebeleri­nin de taşıyıp yaşayarak yaşatmalar­ını tavsiye etti:

“Benimle beraber çok talebeleri­m de türlü türlü musibetler­e, eza ve cefalara maruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıkl­ara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim… Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememes­ini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalar­ını tavsiye ederim.” (Emirdağ Lâhikası, s: 412)

Bediüzzama­n Said Nursî’nin, Risale-i Nur’un ve Nur şakirdleri­nin, nuranî hatlarla dünya âyinesinde ve zaman tuvalinde temessül ile parlayan hilyeleri, yani portreleri dünya hayatını, ahiret hayatına da in’ikâs edecek şekilde güzelleşti­rmekte.

“Zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi” (Barla Lâhikası, s: 299) olarak…

İnşaallah kıyamete kadar da güzelleşti­rmeye devam edecek.

 ?? ??
 ?? ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye