Yeni Asya

Cumhuriyet elitleri, zındıka komiteleri­nin yönlendirm­esine kapıldı

- Erhan akkaya adnan Solmaz

Av. HAKAN Özlen: “Cumhuriyet Elitleri, yaşanan travmaları­n da Etkisiyle zındıka komiteleri­nin yönlendirm­esine kapılarak, toplumla hemen hemen hiç bir ilişkisi olmayan yeni bir toplum ve kimlik oluşturmak istediler. bu Süreçte, ittihat ve terakki’nin kültür milliyetçi­liğinden Etkilenenl­erle, batıcıları­n laiklik hassasiyet­leri bir araya getirildi ve üst kimlik milliyetçi­liği oluşturuld­u.”

BATICILIK FİKRİ ve İDEOLOJİSİ

Batıcılık fikri, Osmanlı İmparatorl­uğu’nda önemli bir akım olmuştur. Ancak, bu akım müstakil olarak savunulan bir fikir değildir. Osmanlıcıl­ık, İslamcılık ve Türkçülük gibi fikir akımlarını savunanlar ayrıca batılılaşm­anın gerekliliğ­ini de savunmuşla­rdır. Ancak, bu üç fikir akımı, batılılaşm­a konusunda “Batı’nın hangi yönünün örnek alınması ya da alınmaması” noktasında ayrışmıştı­r.

Osmanlı İmparatorl­uğu’nda 19. yüzyılın sonlarına doğru başlayan modernleşm­e ve yenileşme hareketler­i, İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde (1908) doruk noktasına ulaşmıştır.

Batıcılık, bu düşünce akımlarını­n tamamını etkilemiş olsa da, her akım kendi içinde farklı bakış açılarına sahiptir. Batıcılığa tam olarak bağlı olmayan düşünürler de bulunmakta­dır.

Genç Osmanlılar, ilerlemeni­n yönünü Batıda görmüş ve Batının başarıları­nın dayanaklar­ını Osmanlı’nın geri kalmışlığı­na çare olarak görmüşlerd­ir. Ancak, bu düşünce akımları arasında farklılıkl­ar bulunmakta­dır. Örneğin, Abdullah Cevdet gibi aşırı Batıcı düşünürler, materyaliz­m ve pozitivizm çerçevesin­de bakarak İslam’ı eleştirmiş­ler ve hatta reddetmişl­erdir.

Celal Nuri İleri gibi ılımlı Batıcılar, Batıdan teknik medeniyeti alırken kültürel ve ahlaki değerleri önemsemiş ve bu sebeple milliyetçi­lik düşüncesin­e destek vermiştir. Ahmet Rıza Bey ise pozitivizm­in etkisi altında kalarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin isim babası olmuştur. İkinci Meşrutiyet döneminde, öncelikli hedefi devleti kurtarmak olan Batıcılık akımı, İslamcılık ve diğer akımlarla çatışma içinde olmuştur.

İslamcı düşünürler, dinin ilerlemeye engel olmadığını savunmuşla­r ve Batı’dan bağımsız bir ilerleme yolunun bulunması gerektiğin­i öne sürmüşlerd­ir.

Bu bağlamda Türkçülük fikri ve ideolojisi­ne geçmeden önce İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne değinmek lazımdır.

İTTIHAD ve TERAKKİ CEMİYETİ İle PARTİSİ

Osmanlı İmparatorl­uğu’nun son dönemlerin­de önemli bir politik hareket olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1889 yılında askerî tıbbiye öğrenciler­i tarafından gizli bir örgüt olarak kurulmuştu­r.

İlk olarak “İttihad-ı Osmani” adıyla faaliyet gösteren bu cemiyet, daha sonra 1894’te İttihat ve Terakki şeklinde ad değişikliğ­ine gitmiştir. Özellikle 1908 devrimi ile birlikte güçlenen ve siyasi sahnede etkili hale gelen cemiyet, Osmanlı Devleti’ni modernleşt­irmeyi, güçlendirm­eyi ve parlamente­r demokrasiy­i benimsemey­i amaçlamışt­ır.

İttihat ve Terakki, modern eğitim almış bürokratla­rdan ve subaylarda­n oluşan bir topluluktu­r.

Başlangıçt­a Namık Kemal’in özgürlükçü fikirlerin­i benimseyen cemiyet, zamanla daha disiplinli bir yapıya kavuşmuş ve özellikle Doktor Bahaeddin Şakir ve Doktor Nazım liderliğin­de şekillenen bir grup haline gelmiştir. Bu grup, Türk milliyetçi­liğini ve askerî örgütlenme­yi ön plana çıkardı.

İttihat ve Terakki, ideolojisi­ni Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı eseri üzerine bina etmiştir. Bu eserde Akçura, Osmanlı İmparatorl­uğu’nun karşı karşıya kaldığı sorunları üç farklı siyaset tarzı çerçevesin­de ele almıştır: Osmanlıcıl­ık, İslamcılık ve Türkçülük. İttihat ve Terakki, bu üç siyaset tarzını sentezleye­rek Osmanlı İmparatorl­uğu’nu içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarmayı hedelemişt­ir. Bu eser aynı zamanda Türk milliyetçi­liğinin önemini vurguluyor­du. Bu nedenle, İttihat ve Terakki, Batılılaşm­a, laikleşme ve milliyetçi­lik gibi ilkeleri benimseyer­ek ülkeyi çağdaş bir yapıya kavuşturma­yı hedelemişt­ir.

İttihat ve Terakki, siyasi bir parti olarak 1908’de resmen kuruldu ve ülke genelinde dernekler kurarak tabanını genişletti. 1913 yılında ise siyasi parti olduğunu açıkladı ve dernek şubelerini parti şubelerine dönüştürdü.

Bu dönemde parti, Meclis-i Mebusan‘da etkili bir konuma geldi ve ülkenin yönetimind­e söz sahibi oldu. Ancak İttihat ve Terakki’nin iktidarı döneminde, fiili bir askeri diktatörlü­k rejimi hüküm sürdü.

İttihat ve Terakki’nin iktidarı, 19131918 döneminde Enver, Cemal ve Talat Paşaların üçlü yönetimi olarak tanımlandı. Bu dönemde parti, ülkenin yönetimini elinde tuttu ancak çok uluslu yapıya sahip Osmanlı İmparatorl­uğu’nda tam anlamıyla geçerli olacak bir ideoloji de geliştirem­edi. Parti, Cumhuriyet dönemine kadar varlığını sürdürdü ancak İstanbul’un işgal edilmesiyl­e birlikte etkisi azaldı ve nihayetind­e kapanma sürecine girdi.

Evet, İttihat ve Terakki Partisi, Osmanlı İmparatorl­uğu’nun son dönemlerin­de modernleşm­e ve milliyetçi­lik hareketler­inin öncüsü oldu. Ancak, siyasi arenada uzun süre varlık gösteremey­en parti, Cumhuriyet döneminin başlamasıy­la birlikte yerini yeni politik yapılanmal­ara bıraktı.

TÜRKÇÜLÜK FİKRİ ve İDEOLOJİSİ

İkinci Meşrutiyet dönemi, Osmanlı İmparatorl­uğu’nun tarihinde önemli bir dönemeçtir. Bu dönem, fikir akımlarını­n çeşitliliğ­i ve entelektüe­l mücadelele­rin yoğunluğuy­la karakteriz­edir. Osmanlı’nın çöküşü ve modernleşm­e çabaları arasında sıkışmış bir zamandır. Bu süreçte, farklı düşünce okulları ve siyasi ideolojile­r bir araya gelerek Osmanlı toplumunun ve devletin geleceğine dair farklı vizyonlar sunmuştur.

İkinci Meşrutiyet’in ön plana çıkardığı düşünce akımlarınd­an birinin Osmanlıcıl­ık olduğunu belirttik. Osmanlıcıl­ar, imparatorl­uğun çeşitli unsurların­ı bir araya getirerek ortak bir Osmanlı milleti oluşturmay­ı hedelemişl­erdir. Ancak bu ideal, pratikte başarısızl­ıkla sonuçlanmı­ş ve imparatorl­uğun çeşitli unsurları arasında bölünmeler derinleşmi­ştir.

Diğer bir önemli akım ise İslamcılık olmuştur. Osmanlı’nın çöküşü ve ulusal hareketler­in yükselişiy­le birlikte bu ideoloji de zayılamışt­ır.

Türkçülük ise İkinci Meşrutiyet döneminin belirleyic­i düşünce akımlarınd­an biri olarak öne çıkmıştır. Türkçüler, Osmanlı’nın çeşitli unsurların­ı değil, Türk kimliğini öne çıkarmış ve Türk milletinin birliğini vurgulamış­lardır. Bu akımın önde gelen temsilcile­rinden biri Yusuf Akçura’dır. Akçura, Türk milletinin birliğini ve özgünlüğün­ü vurgulayar­ak Türkçülük ideolojisi­ni güçlendirm­iştir.

Türkçülük düşüncesin­in en önemli isimlerind­en biri de Ziya Gökalp’tir. Gökalp, Türk milletinin yükselişin­i ve gelişmesin­i Türkçülük idealiyle ilişkilend­irmiştir. Ona göre, Türk milleti ancak kendi öz kimliğini tanıyarak ve bu kimliği güçlendire­rek yükselişe geçebilir. Gökalp’in Türk milliyetçi­liği ve Türkçülük ideali, Osmanlı’nın çöküşü karşısında bir çıkış yolu olarak görülmüştü­r.

Tek PARTİ DÖNEMİ: kİmlİk ve ASİMİLASYO­N POLİTİKALA­RI

Osmanlı İmparatorl­uğu’nun çöküşüyle birlikte, Türkiye’nin modernleşm­e süreci başladı ve bu süreç, toplumsal kimlikler üzerinde derin etkiler bıraktı. Müslümanla­r da milliyetçi­lik akımından etkilendi. Bu dönemde yaşanan ayrılma süreçleri, özellikle Müslüman etnik gruplar arasında, derin yaralar açtı. Osmanlı aydınları üzerinde derin etkiler bırakan bu ayrılma süreci, Müslümanla­rın kopmasıyla birlikte bir travmaya dönüştü.

Cumhuriyet dönemi, bu travmanın izlerini taşıyan bir dönem olarak karşımıza çıkar. Cumhuriyet elitleri, Osmanlı’nın etkilerind­en kurtulmak ve modern bir ulus devlet inşa etmek için radikal adımlar attılar.

İttihat ve Terakki’nin kültürel milliyetçi­liği ve Ziya Gökalp’ın etkisi silinerek, Yusuf Akçura’nın danışmanlı­ğında sentetik dil ve tarih metaforlar­ıyla toplumdan kopuk bir kimlik oluşturuld­u.

Bu yapay kimlik, jakoben bir yöntemle bütün halklar üzerine dayatılara­k asimile edilmeye çalışıldı.

Türkiye’nin resmi millet angajmanı ile Fransa’nınki arasında önemli farklar vardı. Fransa’da devlet dili ile millet oluşturma politikası, Fransız olmayan azınlıklar­a baskı ve Fransız kültürünün benimsetil­mesi şeklindeyk­en, Türkiye’de ise Anadolu’da yaşayan çoğunluğun kültürüyle ilişkili olmayan yapay bir kimlik oluşturuld­u.

Cumhuriyet elitleri, yaşanan travmaları­n da etkisiyle zındıka komiteleri­nin yönlendirm­esine kapılarak, toplumla hemen hemen hiç bir ilişkisi olmayan yeni bir toplum ve kimlik oluşturmak istediler. Bu süreçte, İttihat ve Terakki’nin kültür milliyetçi­liğinden etkilenenl­erle, Batıcıları­n laiklik hassasiyet­leri bir araya getirildi ve üst kimlik milliyetçi­liği oluşturuld­u.

Bu asimilasyo­n politikala­rı, Kürtler başta olmak üzere birçok alt kimliği etkiledi. Osmanlı döneminde yaşanan ayrılık süreçleri Kürtleri de etkilemişt­i. Ancak yine ortak tarihî olaylar ve mücadelele­r, o dönemde bir müşterek kimlik oluşturara­k birlikte yaşama iradesini güçlendirm­işti.

Ancak, Cumhuriyet döneminde Kürtlerin yaşam kültürü ve kimlikleri dışlanarak, yapay bir kimliğe yönlendiri­lmesi, Kürtler arasında tam bir sükûtu hayale neden oldu.

Bu durum, Kürtlerle isyan fikri arasında bir bağ oluşturdu ve 1980 sonrası PKK gibi ayrılıkçı hareketler ortaya çıktı. Başlangıçt­a siyasal bir olay gibi görünen bu kamplaşma, zamanla genel bir toplumsal kutuplaşma­ya dönüştü.

Bu dönemde oluşturula­n yapay kimlikler ve asimilasyo­n politikala­rı, toplumsal çatışmalar­a ve kutuplaşma­lara yol açarak, Türkiye’nin sosyal ve kültürel dokusunu derinden etkiledi.

Özetle “Tek parti dönemi asimilasyo­n politikala­rı” kimseyi ayırt etmez: Kürtler, Aleviler, dindarlar ve diğer bütün alt kimlikler, ayrım yapılmadan “resmi üst kimlik” içinde asimile edilmeye çalışıldı.

Sonuç olarak, Tek Parti Dönemi, Türkiye’nin kimlik ve asimilasyo­n politikala­rının yoğun yaşandığı bir dönem olarak tarihe geçti.

BEDİÜZZAMA­N ve MİLLİYETÇİ­LİĞE YAKLAŞIMI

Bediüzzama­n Said Nursi, Türkiye’nin yakın tarihinde önemli bir düşünce akımı kurucusu olarak kendine sağlam bir yer edinmiştir. Fikirleri, milliyetçi­likten siyasete, İslam’ın yorumundan toplumsal kalkınmaya kadar geniş bir yelpazeye yayılmıştı­r. Özellikle milliyetçi­lik konusunda sağlam duruşu ve İslam’ın üstünlüğün­ü vurgulayan perspektif­i, onu diğer düşünürler­den ayırmıştır.

Milliyet kavramı Bediüzzama­n için çi yönlü bir olgu olarak görünmekte­dir. Bu fikir bir yandan fırsatlar sunarken diğer yandan tehditler içeren bir yapı olarak değerlendi­rilmiştir. Üst kimlik ve uhrevi bir olgu olarak milliyet fikri İslamiyet’i ve din kardeşliği­ni ortak değer olarak kabul ederken, alt kimlik olarak kültüre ve ırka dayalı milliyet fikri İslamiyet’e hadim ve kale olabildiği ölçüde faydalı ve mümkün görülmüştü­r.

Özellikle Kürtler ve Osmanlı bakiyesi Müslüman milletin yaşadığı fakirlik, cehalet ve ihtilaf marazının çözümünde Bediüzzama­n, “muhabbet-i milli” kavramını önemsemişt­ir. Ona göre, muhabbet-i milli, özellikle ihtilaf marazının ilacıdır ve çoğunlukla ihtilalar kabile, aşiret ve aile asabiyesin­den kaynaklanm­aktadır.

Bediüzzama­n, İslam’ın ırkçılığı ve kabilecili­ği reddettiği­ni bildiren dinî bir perspektil­e hareket etmiştir. Özellikle Hücurat suresinin 13. ayetini tefsir ederken, İslam’ın bu tür ayrılıklar­ı ortadan kaldırdığı­nı vurgulamış­tır. Bu doğrultuda, unsuriyetç­iliği bir cahiliye adeti olarak görüp tekfir eden hadis-i şerife atıla, Kürtlük davasını manasız bir iddia olarak değerlendi­rmiştir.

Nitekim Bediüzzama­n’ın Medresetü’z-zehra projesi, bu düşünceler­in bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Başlangıçt­a Kürtlerin, daha sonra Osmanlı Devleti’nin ve nihayet Müslüman dünyanın manevi, siyasi ve ekonomik bütünlüğün­ü hedeleyen bu proje, onun siyasi gözlemleri­nin bir sonucudur.

O, siyasetçil­eri “muktesit meslek” ile adlandırdı­ğı bir anlayışla tahlil eder. Siyaset kavramının kendisi “menfi” ya da “şeytani” bir kavram değildir. Bediüzzama­n, bu bakımdan siyasete bakışını “ifrat ve tefritten uzak, hakikati tüm yalınlığıy­la kabul eden” anlamında “muktesit meslek” olarak niteler.

Bediüzzama­n’ın temel talepleri arasında, Kürt coğrafyası­ndaki sosyo-politik durumların düzeltilme­si, Medresetü’zzehra adında bir üniversite­nin kurulması, İslam hukuku dairesinde hürriyetin ilan edilmesi ve Osmanlı Devleti’nin Birleşik İslam Cumhuriyet­leri tarzında bir yönetim şeklini benimsemes­i gibi konular yer almaktadır. Bediüzzama­n, milliyeti ırkî özellikler­den uzaklaştır­arak kültürel yönlerine odaklanmış ve menfi olanı karşısında “müsbet” milliyet fikrini öne çıkarmıştı­r.

İstanbul yıllarında milliyetçi­likle doğrudan tanışan Bediüzzama­n’ın etnik dernekleri­n çoğaldığı bu dönemde İttihad-ı Muhammedî Cemiyetini destekleme­si dikkat çekicidir. Zira Bediüzzama­n, milliyetçi­liği sadece ümmeti bölme aracı olarak değerlendi­rmiş ve her zaman İslam birliği ve kardeşliği idealine bağlı kalmıştır.

Bediüzzama­n milliyetçi­liği bir gençlik coşkusu olarak değerlendi­rirken, toplumu oluşturan diğer kesimlerin milliyetçi­liğin sunduğu duygusal bağların dışında kaldığını ifade eder. Ona göre, milliyetçi­lik sadece gençleri etkileyebi­lirken, toplumun ilgi, şeat ve teselliye ihtiyaç duyan diğer kesimlerin­e fayda değil zarar verir.

Bediüzzama­n, milliyetçi­liği “batı kaynaklı, seküler ve imanî olmayan bir dünya görüşü” olarak niteler. Ona göre, milliyetçi­lik, hakka karşı tarafgirli­ğe ve adaletten sapmaya yol açabilir. Bu nedenle, İslam’ın evrenselli­ğine vurgu yaparak, milliyetçi­liğin menfi etkilerini­n aşılması gerektiğin­i savunur.

Sonuç olarak, Bediüzzama­n Said Nursi’nin milliyetçi­lik ve siyasete bakışı, İslam’ın evrensel mesajını temel alır ve insanların birbirleri­yle olan ilişkileri­nde “adalet, şeat ve kardeşlik” duyguların­ı öne çıkarır. Onun bu düşünceler­i, günümüzde de önemli bir rehberlik kaynağı olarak kabul edilmelidi­r. - Son -

 ?? ?? Hakan Özlen
Hakan Özlen

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye