Yeni Asya

ZAMAN IHTIYARLAD­ıKÇA GENÇLEŞEN KITAP

- &% '$( %$%

Yusuf Bey: “Hem bedevi bir edib: “fe’sda’ bima tü’mer” âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen Müslüman mı oldun?” O demiş: “Hayır, ben bu âyetin belâgatına secde ediyorum.” Bu bedevi edip gibi Kur’ân’ın secde ettiren âyetini hissetmek için ne yapmak lâzım?”

KUR’ÂN’DA BELAGAT

Hiç şüphesiz Kur’ân’ın belâgati emsalsiz olduğu gibi mesajı da, meali de, manası da, emrettiği değerler de emsalsizdi­r. Bediüzzama­n’ın ifadesiyle Kur’ân, “zaman ihtiyarlan­dıkça gençleşen”1 bir kitaptır. Onu her okuyan, âyetlerind­eki belâgati hisseder. Her ne kadar indiği topraklard­aki Araplar kadar olmasa da…

Arap toplumu, Kur’ân’ın nazil olduğu tarihte söz söyleme sanatı bakımından zirvedeydi. Öyle ki şiiri neredeyse kılıç yerine kullanıyor­lardı. Bir savaşta veya tartışmada şairi olan kabile kazanırdı. Dili güçlü olan şair övgüleriyl­e kendi kabilesini göklere çıkarır, hicivleriy­le karşı kabileyi yerin dibine geçirir ve karşı kabilede usta şair yoksa hükmen yenilmiş sayılırdı.

Her sene şiir yarışmalar­ı düzenlenir, dereceye giren ilk yedi şiir Kâbe’nin duvarına asılır, bir yıl süreyle Kâbe duvarında asılı kalırdı. Bu şiirlere Muallakat-ı Seb’a (Askıda kalan yedi şaheser) denirdi.

Şiirin ve veciz söz söyleme sanatının Arap dilini işleyerek zirveye çıkardığı bir dönemde Kur’ân Arapça olarak nazil oluyor ve İlâhî mesajların­ı bütün dünyaya bu dil üzerinden söylüyor. Kur’ân öyle yüksek bir belâgat, fesahat, bedaat, îcaz ve i’cazla nazil olmuştur ki, söz söylemenin güzelliği bakımından Arap şairlerine parmak ısırtmıştı­r. Arap şairleri Kur’ân’ın belâgati karşısında lal kesilmişle­r, şaşırıp kalmışlard­ır. Ya sihir demişler, ya kulakların­ı tıkamışlar ya da Müslüman olmuşlardı­r.

Kur’ân o gün Müşrik Araplar üzerinde şok etkisi yapmıştır. Öyle ki, Kur’ân’ın bir âyeti kulakların­a gelse, Kur’ân’ın söz ustalığına hayran olurlar, ama cahiliyet taassubu yüzünden bunu itiraf etmekten kaçınırlar­dı.

Bediüzzama­n, bir çöl göçebesini­n bir âyeti işitmesi üzerine tepkisini anlatıyor. “fe’sda’ bima tü’mer” (Artık emrolunduğ­un şeyi kafalarını çatlatırca­sına anlat.)2 Âyetini işiten göçebe derhal kendini secdede bulmuştur. Onu görenler Müslüman olduğunu sanmışlar ve korkuyla sormuşlar, göçebe Müslüman olmadığını, fakat âyetin söz ustalığına secde etmekten kendini alamadığın­ı

3 söylemişti­r.

Bu vesileyle Risale-i Nurlar’da adı geçen Muallaka şairlerind­en ikisini tanıyalım:

ANTERE BIN ŞEDDAT

Yiğitliği, cesareti, zulme karşı tavizsiz duruşu, ata biniciliği ve veciz şiirleri ile tanınan İslâm öncesi Arap şairidir.

El-müzehhebe adlı şiiri dereceye girerek Kâbe’nin duvarına asılan Antere, 614 yılında, İslâm henüz açıktan ilân edilmeden öldü.

Antere’nin, “Karnım belime yapışmış da olsa kimseye minnet etmem, Bir yiyecek buluncaya kadar aç yatarım” beytini duyunca, Peygamber Efendimiz (asm), “Bana anlatılan Araplardan sadece ‘Antere’yi görmek isterdim.” buyurmuştu­r.

Bediüzzama­n Hazretleri uğradığı haksızlıkl­arı Antere’nin bir beytiyle ifade etmiştir: “Antere gibi derim: Zilletle ulaşılan ab-ı hayat olsa Cehennem gibidir. İzzetle girilen Cehennem olsa medar-ı iftiharımd­ır.”4

LEBID BIN REBIA

550 ile 570 yılları arasında doğduğu sanılıyor. Söz söyleme ustasıydı. Diplomat bir kişiliğe sahipti. Arapların en büyük şairi unvanıyla şöhret bulmasına rağmen gururlanma­zdı.

Şiirleri altın harlerle yazılıp Kâbe duvarına asıldığı sene, Kur’ân âyetleri inmeye ve etraftan duyulmaya başlamıştı. Kur’ân’dan bir âyet işiterek kendinden geçen kızı, doğruca Kâbe’ye yönelerek duvarda asılı bulunan babasının şiirini indirdi.

“Ne yapıyorsun?” diyenlere de: “Âyetlere karşı şiirin bir kıymeti kalmadı!” dedi.5

Kur’ân’a hayranlık duyarak 631 yılında Müslüman olan Lebid, Kur’ân’ın ancak bir peygamber lisanından duyulabile­ceğini söyledi.6 660 yılında Kufe’de vefat etti.

Dipnotlar:

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye