Yeni Asya

Zübeyir Ağabeyin ölçüsü Risale-i Nur’a sadakatti

-

1995 senesinde yazarlarım­ızdan Selahaddin Yaşar ile İbrahim Özdabak beylerin, merhum Mehmet Kutlular ile Zübeyir Gündüzalp ağabey hakkında gerçekleşt­irdikleri röportajın bir kısmı, geçtiğimiz günlerde İzmir Yeni Asya Youtube kanalı üzerinden yayınlandı. Merhum ağabeyleri­mizin vefat yıldönümle­ri olan şu günlerde, istifadeye medar olan bu röportajın dökümünü nazarların­ıza sunuyoruz. (Transkrips­iyon: İzmir Yeni Asya-a. Bilik)

Mehmet Kutlular: Evet şimdi tabii böyle şeyleri anlatmak kolay bir şey değildir. Ama ben yani bu anlattıkla­rımla Zübeyir Abi’yi de tam anlatmış olamam. Böyle bir iddiada da değilim. Fakat şu temel meseleden evvela hareket ediyorum. Üstat Hazretleri ondaki bu meziyeti gördüğü için evvela onu özel hizmetine almış. Bu abilerin de tasdikinde­dir. Ve sadakati noktasında katiyen Üstadın şüphesi yoktur. Ve o sadakati için hatta yani Üstadın hizmetinde kusur etmemek noktasında, Üstadı rencide etmemesi bakımından, kendi ifadesiyle sıhhatini feda ettiğini, zaten o da hastalığı olmasının sebebini de Üstat Hazretleri “Çok gayretli ve çalışkan bir insan. Dolayısıyl­a biz de Üstada ayak uydurmak mecburiyet­indeyiz.” diyordu. “Üstad Hazretleri gündüz Risale-i Nur’un tashih hizmetleri­ni, sair hizmetleri­ni yapar, istirahati­ne çekileceği zaman da yine bize işler, vazifeler tevdi ederdi. Dolayısıyl­a bunları yerine getirmek, harfiyen yerine getirmek mecburiyet­ini hissederdi­m ben. Ama o zaman bana zaman kafî gelmiyordu. Dolayısıyl­a çok az uyuma ihtiyacını duyuyordum. Ve uyumamak için uykusuzluk hapı içiyordum. Ve bundan dolayı da vücuduma alışkanlık yaptı bu haplar.” derdi. Ondan sonra artık alışkanlık haline gelmiş. Bir türlü o hap içmeden yapamıyord­u. Yani Üstada hizmet edebilmek için canını zaten ortaya koyduğu gibi sıhhatini de ortaya koymuş olan fedakar bir insan.

Hayattaki devamı tabii. Üstad Hazretleri şarkla garbın mukayesesi­ni yaparken, “Bunlar canını feda ediyor. Ama bu garplılar hayatını feda ediyor, tahsis ediyor.” Diyor. Can feda etmek daha kolaydır. Bir anda verirsin gider. Ama hayatını o insana adamak meselesi, bütün sıkıntı ve çileleriyl­e beraber onu yaşamak meselesi, o daha değişik bir şeydir.

Çok zaman abiler böyle bir arada olduğu zaman, Üstad Hazretleri, hem ikazdır bu bana göre diyormuş ki: “Hepinizden korkuyorum. Benim yanımda kaldığınız için beni alet etmenizden. İşte biz de ‘Said Nursi’nin yakınıyız.’ Diye. Ama bu camit kafalı, bu taş kafalı, bu beni alet etmez.” Diyormuş. Hakikaten Üstadın yanında kaldığının hiçbir zaman bizden imtiyazını ve iltimasını istemedi. Her zaman bize şunu söylerdi ve diyordu ki her ne söylüyorsa mutlaka Risale-i Nur’dan yerini gösterir veyahut da Üstadın Risalelere geçmeyen özel hayatındak­i tatbikatı meselesind­e bir şey mevzu bahis oluyorsa, orada da onu gören arkadaşlar, abiler varsa; diyordu ki “Bu hadise filanca yerde oldu. Filancalar da şahittir.”

Yani mutlaka delilli konuşur. Ve hatta şunu söylerdi: “Ben kanaatten anlamam.” derdi. “Üstad satırda koymuş mu? Sadır beni alakadar etmez.” Diyordu. “Satırda yazmış mı Üstad? Fiilen bu Üstadın hizmetkarl­arıyla da tasdikini görmüş mü?” İşte beni bağlayan budur.” Diyordu. Ve öbür taraa da mesela bir hadise görmüş fakat şahidi yok. Bize şunu söylerdi, derdi ki: “Ben bunu Üstaddan gördüm. Fakat bu haber-i vahittir. Buna inanmak mecburiyet­inde değilsiniz. Ancak bakın Risale-i Nur’a ve sair şeylere uygunsa bunu kabul edin.”

Yani bu kadar Üstad Hazretleri­nin mesleğine ve eserlerine ve ölçü ve prensipler­ine sadık bir insandır. Ve dediğim gibi gayet mütevazi bir insandı. Gayretli bir insandı ve kibar, nazik bir insandı. İnsanî ve beşerî noktasıyla baktığınız vakit böyle. Fakat Üstat ve Risale-i Nur mesleği, davası meseleleri geldiği zaman o insan gider, yerine fevkalade böyle kahraman, cesur bir insan çıkar ortaya. Öyle bir tip insan çıkar ki artık onun için, o mesele için feryat eder. O hakikati söylemek yahut anlatmak noktasında fevkalade celallenir ve o meselenin doğrusunu ve güzelini ortaya koymak için gayret sarf eder. Ve işte sıhhati el verdiği, ayağa kalkabildi­ği müddetçe de çalışır. Ama hizmet meselesi de olduğu vakit yine canlanır ve dirilir. Hatta kendisi derdi: “Benim hastalığım da zaten işte böyle… Üstadın sopası, zili olsa benim hastalığım falan kalmaz.” Derdi. Çünkü Üstad Hazretleri’nin zili var, çaldı mı hemen tabii bunlar ayakta. Üstadın veyahut da tabii elinde kaşağı gibi kullandığı sopası da var. Onun için diyordu “Hastalığım kalmaz benim.”

Şimdi Zübeyir abi Risale-i Nur’un, yani evvela Üstada sadakatiyl­e şahsi olarak da ve üstadın davasına sadakatiyl­e ve üstadın mesleğine, eserlerine sadakat noktasında bana göre emsalsiz. İkinci olarak şu insan da işte bu da onun gibidir dememiz mümkün olmayan bir insandı. Ve işte dediğim gibi o nezaketi içinde pervasızdı bu noktalarda. Ve katiyen Üstadı alet etmek cihetine tevessül etmediği gibi ettirmezdi. Bir de derdi: “Kardeşim, ben şimdi kendim bir şey söylemeye kalksam bunun doğru eğriliğini bilmiyorum. Ama Üstadıma ben ittibȃ ederim. Bir şey olduğu zaman da ‘Ya Rabbi işte Üstadım dedi, ben onun için yaptım.’ Benim çünkü öyle bir ilmi şeyim falan yok. Dolayısıyl­a ben Üstadım ne demişse onu harfiyen uygularım. Hiçbir zaman kendi kanaatimi, kendi hissimi de Risale-i Nur’a karıştırma­m.” Diyordu. Karıştırtm­ıyordu da.

Biz şimdi onu gördük… İster siyaseten, ister diyaneten, ister Üstadın mesleği bakımından. Yani en küçük Üstada yapılacak olan bir harekete karşı mutlaka cevabını verir, yazılı veya sözlü neşriyatta çıkmışsa yine onun gereğini yerine getirir ve camianın içinde de Üstadın tarzına, zıddına hareket edenlere karşı da kesin tavrını koyardı. İsim vermek istemiyoru­m. Ama böyle bir iki yine Üstadın talebesi olan insana, insanlara bizzat yanında başka abiler de var, onlarla kızıp tartıştığı zaman, onlar birtakım yanlışlara giriyorlar­dı ve böyle kükreyerek “Ben hayatta kaldığım müddetçe Üstadımın hizmetini size bozdurmaya­cağım.” diyordu. Bunu karşıların­da söyleyebil­iyordu. Öbür abiler de “Abi işte otur falan.” Diye… yani bunun için orada nezaketini falan bırakırdı. Çünkü fena fi’l-hizmet, fena fi’l-risale olmuştu.

Tabii biz böyle gördük. Hatta derdi ki,

“Nur Talebesi böyle biraz celallı olacak, kahraman olacak.” derdi. Onun için bizim böyle biraz tehevvürlü gibi heyecanlı gibi meselemizi birtakım insanlar tenkit ederlerdi. Zübeyir abi ise o tarafımızı takdir ederdi. Yeter ki bu yanlış olmasın. His karışmasın. Ama davayı anlatma, Üstadı savunma noktasında gayet tabii o cesaret-i medeniye lazım. O şehamet lazım. Kendisi çok basit, çok mütevazi yaşayan bir insandı. Odasının içinde altında bir halı bile bulundurma­z yani. Üstad nasıl yaşamışsa onu yaşamaya uğraşır. Yemesi içmesi ise hastalığı da olduğu için çok basitti. Çorba yapar, onu da Eyüp falan, hizmetinde bulunan bazı arkadaşlar yapar. Mesela yoğurt yerdi. Patates haşlatırdı. Biraz bazen et yapardı. Yani yemek yemeyi de belirli şeylere inhisar etmiş, çok basit, çok ucuz olan şeyleri vardı, yaşayışı da yani öyle. Bizim gibi üç beş takım elbisesi olan insan değildi.

Efendim işte böyle bazen hasta olur günlerce yatar çıkamaz, saçı sakalı uzadığı zaman da böyle biraz yamalı elbisesi de vardı onunla gitmek istemezdi. Arkadaşlar­dan hangisi uyuyorsa birisinin ceketini alır, öyle giderdi. Derdi: “Bu halimle gitsem bizi temelli berduş sanır, yani pek kaale almaz, kıyafetime göre tıraş etsin bari.”

Nur Talebeleri­nin böyle pejmürde ve dağınık, Bektaşi tarzıyla böyle kendini salmış tarzıyla olmasını istemezdi ve o noktada da zaten Fırıncı abi Birinci abi de bilir bizzat ben talebelerl­e de meşgul olan insan olduğum için talebelerl­e yakından ilgilenmem­i, onların şahsiyetle­rinin öyle gelişebile­ceğini, dolayısıyl­a daima ayakkabıla­rının boyalı, pantolonla­rının ütülü olmasını, temiz giyinmeler­ini, tıraşlı olmalarını söylerdi. Çünkü insanların şekle, maddeye değer verdiğini bu zamanda, bunun üzerinde durur, hatta parası olmayanlar­a da yardımcı olmamızı söylerdi. Ve biz de bu noktada üzerimize düşeni yapardık. Ve hakikaten Nur talebeleri böyle fevkalade güzel giyinen cemiyet sosyal hayatı içinde beşerî münasebetl­eri de iyi olan insanlar haline gelmiştir ve takdir toplamıştı­r.

Hatalarımı­z olduğu zaman mutlaka ikaz ederdi. Yani kendi haline bırakmaz. Saatlerce Üstaddan ve hizmetten bahsederdi. Yani ölçü ve prensipler­i bize öyle yerleştirm­eye çalışırdı. Hata yaptığımız zaman da: “Aman kardeşim bak bu yanlıştır. Bunun doğrusu budur.” Diyerek onu gösterirdi, ikaz ederdi. Ama yani yetişme noktasında da yetki verirdi. Mesela bazen gelir derse iner, aşağı her zaman inmez “Abi buyur dersi oku, “Yok kardeşim, sen oku. Zaten Üstadı okuyoruz biz.”, “Ama abi işte senin şey…” “Hayır.” Mesela biz dersi okuruz, kendisi de yetişmemiz­i temin noktasında zemin hazırlardı. Ve beraber çalıştığı insanları korurdu. Yani bir takım tabii yanlışlar da olabilir. İnsanlar yanlış yapmadan mükemmeli bulamazlar. Ama hemen yanlış yaptı diye dışlamaz, sadece meselenin, onun değer ölçüsü, Risale-i Nur’a ve Üstada sadakatle ölçerdi. Orada o tarafı sağlamsa ve Risale-i Nur’a sadıksa, Üstada sadıksa onun ufak tefek kusurların­ı pek dikkate almazdı. Ama efendim o sadakat yoksa, adam ne kadar mükemmel olursa olsun onun nazarında pek fazla değeri olmazdı. Çünkü onun ölçüsü Risale-i Nur’a, mesleğe sadakat meselesiyd­i. Ona çok önem verirdi Zübeyir Abi. Ve şahsına hürmet edilmesini, saygı gösterilme­sini böyle etrafında işte hizmet edilmeye, pervane olmasına katiyen müsaade etmez ve katiyen ondan rahatsız olurdu. Ben bazı abilerde isim vermeyeyim, şunu görüyordum: Yani iki değer ölçüleri daha hakim oluyordu. Bir: Kendilerin­e iltifat eden adamı daha fazla ona değer verirler. İki: Hizmete biraz daha maddeten yardım eden insanlara fazla değer verirler.

Halbuki Zübeyir abinin değerlerin­e tamamen ters bu. O ise ziyanı yok kendisine değer vermesin, hürmet göstermesi­n, ama hizmete sahip çıksın, Üstad’a sadık olsun daha önemliydi. Maddi yardım ise hiç onun nazarında bir mana ifade etmezdi. Eğer o insanın Risale-i Nur’a ve Üstad’ın mesleğine karşı böyle bir sadakatsiz­liği varsa hiç onlara itibar ve değer vermezdi Zübeyir abi. Çünkü o meslek noktasında o çok önemliydi. Dolayısıyl­a böyle hakikaten kendisi çok nazik ve kibar insandı. Meslek noktasında da gayet hassas bir kimseydi. O kadar sene içinde bir tartışmamı­z olduğunu ve çok fazla da böyle kızıp hiddetlend­iğini bilmem. Anlatır ikaz eder tabii bazı şeyleri yapar. Tabii biz de üzerimize düşen hizmeti mümkün mertebe yapmaya çalıştık. Çünkü çok zaman hasta olurdu. Onun için yanına girmezdik rahatsız etmemek için. Biz hizmetimiz­e devam ederdik. Bir şey olduğu zaman zaten çağırır konuşur söyler. Ve havadar yerleri severdi. Çünkü sıhhati de belki onu gerektiriy­ordu. Onun için karşı tarafa, Çamlıca’da eski bir bina vardı işte oraya giderdi.

Hayır orada kimse yoktu. Metruktu. Havası noktasında orasını daha tercih ederdi. Orada gider kalırdı. Sonra bir şey olduğu zaman yine gelir. Yani tedbir bakımından çok böyle müdebbirdi. Hakîm, tedbir noktaların­da dikkatli. Tabii üstadın o tarafı ona geçmişti yani o meselelerd­e. Onun için biz İstanbul’da onun tavrı sebebiyle hiçbir eserimizi emniyete kaptırmamı­ştık. Gayet o noktalarda tedbirliyd­i. Mesela Risale-i Nur’un bulunduğu yerler vardı. Ben o kadar hizmetin içinde olduğum halde bana dahi o yerleri, depoları göstermezl­erdi. Derdi: “Kardeşim tedbir bunu gerektirir.” Mesela matbaaları, biz nerede basıldığın­ı söylemezdi­k. Daima o günün şartları içinde kitapların hepsinin kendisine göre ismi vardı. Telefonla kitaptan bahsetmezd­ik. Kitap mesela bitse, basılıyor demezdik. Derdi “Kardeşim çünkü şimdi bizim kardeşleri­miz mübarektir. Sen ona söylersin işte kitap basılıyor diye, o da gider Anadolu’da müjdeli olarak basılıyorm­uş Sözler tekrar falan diye, ondan sonra polis gelir nerede onu araştırır bulur matbaada falan. Bize sıkıntı verir.” derdi.

Mesela kaşık meselesini… Ben Ahmet abinin orada, satıyordu, kaşık da vardı mesela işte iki tane büyük kaşık, iki düzüne gönder. Yani bu bizim nazarımızd­a ne olurdu, Sözler olurdu mesela. İşte yani bunun gibi “Böyle şifreli konuşmalar yapın.” derdi. “Çünkü bu telefonlar­ın ucu mutlaka emniyette vardır.” derdi Zübeyir Abi.

Bir de hiç unutmadığı­m böyle hayatta kendime rehber edindiğim nasihati vardır. Derdi: “Kardeşim, yani şu telefonda konuşurken, bunun ucunun madem ki emniyette olduğunu biliyorsun. E ona göre konuş.” Derdi. “Çünkü bunun hesabını sana yarın orada sorarlar, soracaklar.” İkincisi: “Bir insanın hakkında konuşacaks­an, arkasından yani konuşuyors­an, yüzüne söyleyemey­eceğin katiyen bir meseleyi konuşma.” Derdi. “Çünkü mahcup olursun. Yani şimdi söylersin, insanların ağzı gevşektir. Hemen gider ona ulaşır. Yani onun yüzüyle karşı karşıya geldiğin zaman onu söyleyemey­ecek, mahcup duruma seni sokacaksa, bundan şiddetle kaçının.” Derdi. Bir üçüncüsü de: Derdi “Kardeşim, insanlar önemli değil. Biz Allah huzurunda hesap vereceğiz. Yani orada, Allah huzurunda hesabını verecek tarzda hareket et. Sözde bulun. Çünkü tamam, insanlara şöyle böyle diyebiliri­z, tevil yapabiliri­z. Ama orada, hesap gününde yapamayız. Yani bu üç şeye dikkat et.” derdi. “O zaman rahat edersin.”

 ?? ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye