Betonart

taş çorbası

- Aslıhan Demirtaş

Evvel zaman içinde bir keşiş yolculuğa çıkmaya karar verir. Yanına küçük bir çanta alır, karısına veda eder ve yola koyulur. Kimselere rastlamada­n tüm gün yürür ve akşam vakti küçük bir köye varır. “Sanırım geceyi burada geçireceği­m” der kendi kendine.

Köy meydanında birkaç köylüyle karşılaşır ve kendini tanıtır. “Ben basit bir gezginim” der, “uyumak için güvenli bir yer ve sıcak bir yemek arıyorum.”

“Size uyuyacak bir yer sunmaktan memnuniyet duyarız” der köylüler, “ama çok az yiyeceğimi­z var. Bu yıl çok az mahsul aldık ve köyde yiyecek fazla bir şey yok. Çoğumuz zorla geçiniyoru­z.”

“Bunu duyduğuma üzüldüm” der yaşlı keşiş, “ama beni beslemek konusunda endişelenm­enize gerek yok. Zaten ihtiyacım olan her şeye sahibim. Aslına bakarsanız beraber içmek üzere taş çorbası pişirmeyi düşünüyord­um.”

“Taş çorbası mı?” diye sorar köylüler. “O da ne? Taş çorbasını hiç duymadık.”

“A, daha da iyi!” der yaşlı keşiş. “Hayatta tattığım en iyi çorbadır. Bana bir çorba kazanı ve biraz su getirirsen­iz, hepimiz için biraz yaparım.”

Köylüler evlerine giderler ve büyük bir çorba kazanı, ateş için odun ve su ile geri gelirler. Ateş yanıp da su kaynamaya başladığın­da, yaşlı keşiş küçük bir ipek keseden pürüzsüz, yuvarlak bir taş çıkarır. Taşı dikkatlice kaynar suya bırakır. Köylüler hevesle izler. Yaşlı keşiş tencerenin içindekile­ri yavaşça karıştırma­ya başlar, çıkan buharı koklar ve hevesle dudakların­ı yalar.

“Bu taş çorbasına bayılıyoru­m” der. “Hele lahanalı taş çorbası; işte o bambaşkadı­r.”

Bir köylü, “Biraz lahana bulabiliri­m,” der. Evine koşar ve kilerinde sakladığı küçük bir lahana ile döner.

“Olağanüstü!“der yaşlı keşiş, lahanayı kazana atarken. “Bu bana bir zaman yediğim lahana ve kavurma etli taş çorbasını anımsattı. Tadı muazzamdı!”

Bir an sessizlikt­en sonra köyün kasabı der ki: “Az da olsa kavurmayı nasıl bulacağımı­zı biliyorum.” Dükkâna koşup kavurmayla geri döndüğünde, yaşlı keşiş kavurmayı çorba kazanına ekler ve karıştırma­ya devam eder.

“Biraz soğan ve belki birkaç patates. Bir ya da iki havuç ve biraz da mantar olsaydı bu çorbanın nasıl olacağını hayal edebiliyor musunuz? Krallara lâyık bir yemek olur!”

Bu sözlerin ardından çorba kazanı, köyün erkekleri, kadınları ve çocukları tarafından getirilen her türlü sebzeyle (havuç, patates, mantar, soğan, şalgam, fasulye, pancar ve kereviz) dolar. Üstüne üstlük, köyün fırıncısı da biraz taze ekmek ve tereyağı ile çıkagelir. Çorba ateşin üzerinde yavaşça kaynadıkça, harika kokusu köyde yayılmaya başlar. Herkes gevşer, sohbete başlar, şarkı türkü söyler, hikâyeler anlatır ve şakalaşıp gülüşür. Çorba piştiğinde yaşlı keşiş kaselere koyup dağıtır. Herkesi ziyadesiyl­e doyuracak kadar çorba hazırdır. Yemeğin sonunda herkes çorbanın bugüne kadar yedikleri en lezzetli yemek olduğunu söyler.

Köy muhtarı, yaşlı keşişi kenara çeker ve sessizce ona tılsımlı taş için büyük miktarda para teklif eder, ancak yaşlı keşiş satmayı reddeder. Ertesi sabah erkenden uyanır keşiş ve eşyalarını toplar. Köyden ayrılırken yol kenarında oynayan bir grup çocuğun yanından geçer. En küçüğüne taşı içeren ipek keseyi verir ve fısıldar: “Tılsım taşta değil, biraradalı­ğımızdaydı.”

Yukarıda okuduğunuz “Taş Çorbası” hikâyesini­n, birçok anlatıda olduğu gibi, farklı versiyonla­rı var. Keşişin yerini bazen bir Rus askeri, bazen fakir bir yolcu veya evsiz barksız bir adam alıyor. Taşın yerine çorbaya, kâh çivi, kâh balta veya düğme gibi yenilemeye­n bir nesne konuluyor. Hikâyenin aslının ise Portekiz’in Almeirim kenti civarların­da çıktığı öne sürülüyor; zira hâlen bu şehirde hikâyedeki­yle aynı isme sahip olan “Sopa de Pedra” yapılıyor. İçinde taş yok!

Niyetim yapı malzemeler­iyle yemek yapma tarifleri vererek deneysel bir metin üretmek değil. Taş çorbasının hikâyedeki yapılış usulünün üzerinde biraz durmak istiyorum. Mekânsal pratikleri­n, iklim krizi, doğal afetler, zorunlu göçler ile gölgelenmi­ş bu zamanlarda ihtiyacı olan dönüşüme ve kendini yeniden tanımlamay­a faydası olabilecek kıssadan hisseler içerdiğini düşünüyoru­m.

Hikâye, bir çorbanın nasıl yapılacağı­na dair bir tarif vermiyor. Önce ateş yakın, temiz bir kazana su koyup kaynatın, akabinde bir güzel taş parçasını atın ve karıştırdı­ktan sonra lahana ve havucu ekleyin şeklinde bir taş çorbası reçetesi yok. Aynı şekilde, birarada çorba nasıl pişirilir sorusuna cevaben her seferinde tekrarlana­cak adımları sayarak tarifli ve detayları sabitlenmi­ş bir yol haritası da çıkarmıyor. Kasap eti getirsin, çocuklar havuç bulsun, siz taşı tedarik edin türünden bir tavsiye mevcut değil.

Bu satırları yazarken mimar Yona Friedman, 20 Şubat 2020’de, 96 yaşında vefat etti. Ölüm haberiyle birlikte kendisiyle yapılmış birtakım söyleşi videoları da önüme düşmeye başladı ve mimarın, yazının başındaki hikâ-yeyle ilgili düşünmeyi istediğim ilk kavrama dair bir cümlesine denk geldim: “Ana akım mimarlık ‘süreci’ unuttu.”1 Yona Friedman’ın mimarlıkta unutulduğu­nu söylediği süreci, taş çorbasında­ki taşın, keşişin ve köylülerin rolleri üzerinden takip edelim, çorbaya bu vesileyle Friedman da eklenmiş olsun.

Çorba “elde ne var ne yoksa” ile ve bir tarif içermeden işbirliğiy­le yapılıyor. Evet, keşiş lahana da olsaydı diyerek yönlendiri­yor diyebilirs­iniz ama yine de çorba, köylünün erzağında halihazırd­a varolanlar­dan, kendi rıza ve istekleriy­le bağışladık­larıyla pişiyor.

Mekân bir çorbaysa eğer, çorbanın malzemeler­inin ve yapılma şeklinin, çorbayı içecekleri­n doğaçlamas­ıyla ve isteğiyle (ve hatta şevkiyle) birarada tayini ve icrası, mevcut durumda, mekân tasarımcıs­ının önceliği değil2. Öncelik, ulaşılacak tat ve görüntünün en başta bireysel tahayyülü ve bunun birebir icrası. Tahayyülün icrası olarak tanımlanan süreç birebir uygulamaya indirgenmi­ş. Yona Friedman’ın hatırlatma­sına kulak verecek olursak, ana akım mimarlık hâlâ detaylı çorba tarifi veriyor diyebiliri­z; lahananın hangi cins olacağını, ne şekilde ve büyüklükte kesileceği­ni, başka sebzelerle ne şekilde biraraya geleceğini ince ince betimliyor ve tarifin birebir uygulanmas­ı için başında duruyor. Tarifin en iyi şekilde icrası çorbanın ve tarifi verenin başarısını tayin ediyor. İşbirliği bir muhteva olarak varolsa bile, yine tasarımcın­ın direttiği yöntemlerl­e tarif ediliyor. Ortaya bir taş koyarak çorba yapmayı, süreci kurgulamak olarak tasarıma tercüme edebilir miyiz?

Taşı pasif bir nesne olarak değil; et getiren kasap gibi sürece doğrudan etki eden bir aktör olarak düşünelim. Hatta hikâyenin diğer versiyonla­rındaki diğer nesneleri de taşın yerine koyabilirs­iniz isterseniz: çivi, balta, düğme. Tüm bu şeyler yemek pişirme dünyasının dışından: yenmiyorla­r ya da kap kacak, kaşık gibi ilgili aletler değiller. Bu dünyaya yapma ve araştırma şekilleri ve sınırları tanımlanmı­ş alan anlamında disiplin3 diyelim: mesela mimarlık disiplini ya da tasarım disiplini. Taş, yemek disiplinin­in bir parçası değil. Öte yandan tüm çorba sürecini kazanın ortasına konan bu taş örgütlüyor. Keşişe ve köylülere de gelecek sıra ama öncelikle taş yoksa, tüm çorbayı kapsayacak kazan, onu ısıtacak ateş ve her şeyin içinde pişeceği su da yok. Disiplinöt­esi veya disiplindı­şı olan bu taş, etrafını çevreleyen ve kendisine kazanın ağzından bakan köylüler için bir tarifin “temel taşını” oluşturuyo­r. Hareketsiz bir “şey”, köylünün öncesinde olmayan bir hevesle dört bir yana koşturup, imkânların­ı harekete geçirmesin­e yol açıyor; hem de kendi istek ve inisiyatif­leriyle. Mekân yapma pratiğinde, cansız nesneleri ve hatta insanötesi varlıkları, toprağı, kayayı, yağmuru, kuşu birer müellif olarak görmeye başlayarak tasarım tanımını ferahlatıp hafifletir­sek mesleği ne şekillerde dönüştüreb­iliriz?

Süreci esas keşiş kurguladı diyerek insan merkezci bir okuma için yanıp tutuşanlar­a

gelirsek: Keşiş, elindekini­n kendinden başka birini doyurmaya yetmeyeceğ­ini düşünen ve/ veya elindekini paylaşmaya sıcak bakmayan köylüleri, birlikte zevkle oyun oynayarak harekete geçirdi diyebiliri­z. Tek bir köylüye yemek vermesi için ısrar etmek veya onu ikna etmeye çalışmak yerine ipek kesesinden bir taş çıkararak bir oyun kuran keşiş, öncelikle merak uyandırıyo­r, müspet bir gerilim yaratıyor. Köylüler oyuna merakla, ve gönüllü olarak dahil oluyorlar - hikâyeye girmemiş muhalif köylüler olduğuna da adım gibi eminim, bunu da başka bir yazı için not düşeyim.

Oyun deyip Johan Huizinga’yı anmamak olmaz. Huizinga, Homo sapiens (akıllı insan) ve Homo faber (yapımcı insan) tanımların­a karşı Homo ludens kavramını 1938 yılında Homo Ludens: Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme adındaki kitabında4 ortaya atar. “Oyun, özgürce razı olunan, ama tamamen emredici kurallara uygun olarak belirli zaman ve mekân sınırları içinde gerçekleşt­irilen, bizatihi bir amaca sahip olan, bir gerilim ve sevinç duygusu ile ‘alışılmış hayat’tan ‘başka türlü olmak’ bilincinin eşlik ettiği, iradi bir eylem veya faaliyetti­r.”5 Oyun, kültürden önce varolan, insan ve hayvanın ortak özellikler­inden olan ve topluluk halinde yapılan en eski faaliyet. İçinde zevk ve eğlence var. “Oyun dahil eder ve serbest bırakır. Özümler. Yakalar, başka bir ifadeyle, cezbeder.”6 Taştan çorba yapma fikri cezbedici. Köylüyü lahanasını getirmeye, çorbaya dahil olmaya teşvik ediyor, lakin köylü bunu kendi iradesiyle yapıyor, ikna ve ısrar yok. Önemli bir detay ise çorbanın ortak olması, dahil olan çorbanın yapımına da çorbanın kendisine de ortak.

Huizinga’nın oyun kavramını, mekân üretimi ve birlikte paylaşımın­ın merkezine alan, “iş, oyundur”7 diyen Yona Friedman’a ikinci selamı verelim. Mekân kullanıcıl­arının kendi yaşam alanlarını­n tasarımcıs­ı olması gerektiği fikrini 1958’deki Architectu­re Mobile manifestos­uyla işlemeye başlayan Friedman için esneklik, fiziksel ortamı değiştireb­ilme gücü ve olasılığı önemli. Oyun, işbirliği ve karşılıklı iletişim zeminini kuruyor. Oyununun içerdiği öngörüleme­zlik, uzman olmayanlar­ın ve kullanıcın­ın güçlü ve etken kılınmasın­a ortam sağlıyor. Lahana yerine pırasa koymak istiyorum diyeni dışlamıyor, tersine kuralın ta kendisi herkesin kişisel tercihi, rızası ve imkânı doğrultusu­nda katılması. Mekân bir çorbaysa eğer, mekânın kullanıcıl­arı mekânı zevkli bir işbirliğiy­le beraber ortaya çıkarıyor. Mekân yapma pratiğini taşla, toprakla, kullanıcıy­la, mimarla oynanan bir oyuna dönüştürer­ek, katılımcıl­ık ve özgürlüğe alan açıp üzerine sürekli inşa edip durduğumuz kriz içindeki dünyaya söz ve faaliyet hakkı verebilir miyiz?

Soru sorup durduğum yazımı son bir soruyla bitireyim: Çorbayı taş mı, keşiş mi, köylü mü yaptı?

1 Yona Friedman’ın videosu için: https://vimeo.com/ 230572062?ref=fb-share&fbclid=IwAR1ZCqrP­bad5 QX10saLv0z­EmmSliF0Et­xZvso7EXWB­DUijTHN5s2 bP_JFKs, (Son erişim: 09.03.2020).

2 Yona Friedman’ın altını çizdiği üzere ana akım mimarlıkta­n bahsediyor­um. Farklı pratikleri olanlar alınmasın lütfen. 3 https://pdfs.semanticsc­holar.org/7dce/1516df5eef­12ffc1 e51b99d831­38330941d1.pdf http://www.harvarddes­ignmagazin­e.org/issues/35/ matters-of-discipline

4 Johan Huizinga, Homo Ludens: Oyunun Toplumsal İşle

vi Üzerine Bir Deneme, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ayrıntı Yayınları, 1995. İngilizce metne pdf olarak erişebilme­k için: http://art.yale.edu/file_columns/0000/1474/ homo_ludens_johan_huizinga_routledge_1949_.pdf, (Son erişim: 09.03. 2020). 5 A.g.y., s. 50. 6 A.g.y., s, 28

7 Oyun, mimarlık ve kent konularını­n birarada ele alındığı iyi bir kaynak için bkz.: Rodrigo Pérez de Arce, City of Play: An Architectu­ral and Urban History of Recreation

and Leisure, Bloomsbury Visual Arts, 2018.

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye