bedenleşmiş eğilimler: bir mutfak reddi mimarlığı
Senelerdir koleksiyonunu toplamakla meşguldü. Normalde saklanmaya değer bulunan şeyler değildi biriktirdikleri. “Neden bunları topluyorsun?” – bu soruyu asla yanıtlayamazdı. Böyle bir koleksiyonun altında yatan mantıklı gerekçe neydi, bilmiyordu. Bunu yapması gerektiğini iliklerine kadar hissediyordu yalnızca. Her şey bir akşam, yemeğini bitirdikten sonra başlamıştı. Tabağındaki kemiklere bakıp şöyle düşünmüştü: Neden kemikleri atıyoruz? Daha da önemlisi, kendisi neden bu ufak harikaları gözden çıkarıyordu? Bir yemeğin sonunda etrafınızdakilerin tabaklarına hiç göz attınız mı? Yemeğinin kalıntılarına bakarak birisi hakkında yeterince şey söyleyebilirsiniz; özellikle de kemiklerini nasıl temizlediğine dikkat ederseniz. Yediği her hayvanın kemiklerini saklamaya başladı. Her lokanta yemeğinde, arkadaş evlerindeki her mangal partisinde, evde yemek pişen her zaman kemikler toplanıyor; istenmedikleri kaderlerinden kurtarılıyorlardı. Eğer evden uzaktaysa, onları bir peçetenin içinde taşıyordu. Evde akşam yemeğinden sonra ilk iş bulaşıkları yıkıyordu, ardından görev bilinciyle kemikleri bir diş fırçasını kullanarak titizce temizliyordu. Kemikler, bulaşıkların yanındaki bir rafta kurumaya bırakılıyordu. Bulaşıklar kaldırıldıktan sonra, artık temiz ve kuru olan kemikleri tıpkı bir tahnitçi gibi depolamaya hazırlıyor, türlerine göre ayırıyordu. Tüm bunlar ev işlerinin alışıldık bir kısmı haline gelmişti. Hem titizlik gerektiren hem de çok basit olan bu adanmışlıkla, çöp sayılacak şeyleri gittik
çe büyüyen bir ufak harikalar koleksiyonuna dönüştürdü. Ulusal tarih müzelerinde sergilenenlerden daha az zarif olmayan bu kemikler, radikal bir yeniden sınıflandırmayla değerlerine kavuşuyordu. Bu koleksiyon numuneleri, biçimleri ve varlıkları üzerinden hem yaşamın mucizesini hem de ölümlülüğün gerçekliğini yayıyordu. Biriktirmeye başlayalı birkaç sene olmuştu ki, muhafaza süreci ile aslında koruduğundan fazlasını yok ettiğini farketti. Kemikleri yalnız basitçe temizlemiyordu; tabağındaki kurgudan onları teker teker çekip alıyordu. Birbirinden ayrılan bu kemiklerin depolandıkları kutularda dilsizce yattıklarını düşündü. Bu halleriyle artık yemekleri hatırlatmıyorlar; ya da onun hangi özellikteki anatomiye sahip hangi hayvanı nasıl yediğini anlatmıyorlardı. Böylece kemikleri birbirinden ayırmayı bıraktı, bunun yerine, onları her yemeğin sonunda birarada bulundukları kurguda korumaya başladı. Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşadığı zamanlar, mahalle marketinde bulunan tavukların boyutları onu hayrete düşürürdü. Tahnitçilik dersleri almaya ve evcil bir tavuğu “tertip etmeye” karar verdi. Tahnitçinin yönlendirmesiyle, özgün biçimini kayıt altına almak için tavuğu x ışınlarıyla taradı ve alçıdan bir kalıbını çıkardı. Sıradaki adımlar, kadavrayı kimyasal bir çözeltide bekletmek -maserasyon- ve çürüyen eti kemiklerden ayırmaktı, bunu yaparken kas ve kemik yapıları ve bağlantıları üzerinde titizlikle çalıştı. Kadavranın anatomik bütünlüğünü bozmamak istiyordu.
Tavuğun derisini bütün halinde koruyabilmek için gövdesinden tek parça halinde çıkardı ve kimyasallarla tabakladı. Çıkardığı alçı kalıbı kullanarak, köpük malzemeden tavuğun biçimine sahip yeni bir kalıp yaptı ve tabaklanmış deriyi bu köpük-tavuğun üzerine gerdi.
Tabaklanmış deri kurudukça büzülerek kalıbın biçimini aldı. Köpüğü çıkardığında ince ve kırılgan deri, tavuğun içi boş bir suretini ortaya çıkarmıştı.
Ardından, yeni biçimlenmiş tavuk derisinin içine biraraya getirdiği iskeleti yerleştirdi. Boşluğun merkezine bir ışık kaynağı koydu, böylece, iskeletin gölgesi dışındaki deriye düşecekti. Yemek masası için bir aydınlatma yapmıştı. Bu ilk proje, yolunu aydınlatacaktı…
Yedi yıl boyunca yediği yemeklerden kemikleri saklamış ve ne için olduğunu bilmeden onları hazırlamıştı. Biriktirdikçe biriktirmişti, artık durmanın ve koleksiyonuyla bir şeyler yapmanın vakti açıkça gelmişti.
Birgün, oldukça berrak bir anda, o ana dek zihninden silinmiş olan ilk hatıralarından biri aklına gelmişti: büyükannesi ve büyükbabasının yemek masasında toplanılan pazar akşamı yemekleri. Kendisini kelimelerle tam olarak ifade edemediği ve yemek masasında oturmak için çok küçük olduğu bir yaştaydı, kolunu uzatıp masanın etrafında çemberler çizerken sınırlı kelime dağarcığıyla “mesa, mesa”, “et, et”, diye ağlıyordu. Çağrıları, uzanan kolların sunduğu kemiklerin üzerindeki et kalıntılarıyla ödüllendirilecekti. Bu hazinelerle, masanın altında bacaklardan oluşan bir ormanın içinde inzivaya çekilecekti. Karanlıktı ama orada memnundu. Kendi yerini bulmuştu. Bu, ilk mimarlık eylemiydi.
Bu hatıranın aklına düşmesiyle birlikte artık ne yapması gerektiğini biliyordu; ailesi için, aydınlatmaya eşlik edecek bir yemek masası yapacaktı. Aile masasının yeme eylemi ile bir şekilde daha yakından ilişkili olmasını istiyordu; önceki yemeklerden geriye kalanların oluşturduğu koleksiyonu ile de.
Akşam yemeği ritüellerinin ve yemek masalarının tarihi üzerine araştırma yapmaya başladı.
“Erkekler nadiren yemek pişirirler, fakat akşam yemeğindeki en saygın yemekleri genellikle onlar pay ederler; tıpkı rostoyu aile reisinin dilimlemesi gibi. Masanın ‘başında’ erkek oturur, eşi ise ‘ayakucunda’ ya da sağındadır.”1
Erkek ve kadının yemek masasındaki geleneksel yerleşimi ona Albrecht Dürer’in bir perspektif aygıtını resmettiği 1525 tarihli “Bir kadının perspektif çizimini yapan teknik ressam”ını hatırlatmıştı. Dürer’in masasında, erkek masanın “baş”ındadır, kadınsa diğer ucunda uzanmıştır. Erkek, kadını çizmek üzeredir. Kompozisyonda hayat bir anlığına durmuştur – bir şeyler olmak üzeredir. Kadının geriye doğru uzanmış vücudu, yumuşak yastıklarla nazikçe desteklenmektedir. Kadın duruşunu ayarlamakta gibidir; sol kolu, vücudunun alt kısmını örten örtüyü çekmek ya da görülmesini ve çizilmesini istemediklerini gizlemek üzere uzanmıştır.
Her birinin arkasında birer pencere bulunur. Bu pencerelerin çerçevelediği dünyalar çok şey anlatır. Erkeğin pencere pervazında bir sürahi ve geometrik biçimde budanmış bir bitki vardır. Gözü bakış çubuğuyla sabitlenmiştir, arka planda ufuk çizgisi dümdüz uzanır. Bir yelkenli seyir halindedir. Erkeğinki sınırlama ve kontrol dünyasıdır.
Kadının penceresinden görünen tepeler aşağı doğru dökümlerle doğal bir liman oluşturur, girintili çıkıntılı kıyının ortasına küçük bir köy yerleşmiştir. Kadının dünyası kıpır kıpırdır, dizginlenmemiştir.
İkisinin arasında perspektif gridi durur. Erkek, kadının hareketsiz yatmasını beklemektedir; böylece, onu kâğıda aktardığı gridine çizmeye başlayabilecektir. Onu yakalayıp kendi koşullarında sabitlemeyi arzular, fakat kadının hareket hali sürecini şaşırtmakta ve geciktirmektedir. Erkek, kadının zamanda durağan olmasına ihtiyaç duyar, kadın içinse zaman hareket halindedir. Bu görüntü, bir perspektif aygıtının basit bir illüstrasyonundan çok daha fazlasıdır; bir tür varoluşun ötekine karşı hikâyesidir bu. Sonunda kadını yakaladığında ne yapacaktır? Masayı temizleyip yemek mi yiyecektir?
“Yemek odası masaları, dikdörtgen biçimli [yemek] odalarımıza uyması için genellikle dikdörtgendir; bu biçim dört kenar oluşturur
ve bunların ikisine normalde tek kişi oturabilir. Böylece bu kişi, masanın uzun kenarında oturanlardan ayrılır… Masa, üzerine meyledilen, üzerinde hareket edilen bir şeydir, herkesin ortak yanlarını açığa çıkarır… Aynı zamanda tabakların (sahneye) giriş ve çıkışlarını yapacağı bir aralıktır; üstelik herkesi belirli bir yere sabitleyerek etrafında oturan herkesi hem birleştirir hem de birbirinden ayırır. Yemek yiyenler düzenli bir şekilde dağılmış ve birbirinin görüş alanındadır, kimse kaçamaz, çünkü herkes yemeğini bitirene ve topluca kalkmaya karar verilene kadar masadan ayrılmak yasaktır.”2 Masa için hangi kemikleri kullanabileceğini görmek için koleksiyonunu taramaya başladı. Tavuk kemiklerine karar verdi; yıllar içinde kaydadeğer miktarda tavuk yemişti. Önce, kemikleri masa boyunca tavuğun anatomisinin ön ve arka görünüşlerini oluşturacak şekilde dizdi, tam ortadan omurga geçiyordu. Çıplak kemikleri, beyaz Portland çimentosundan etsi bir yatağa yerleştirdi. Bu yemek masasının “başı” ya da “ayakucu” yoktu; zira artık tavuklar süpermarketlerde başları ve ayakları kesilmiş halde satıldığından ötürü, koleksiyonu başlar ve ayaklardan mahrumdu. Bu anatomik ev teşhiri, temperli camdan bir yüzeyin altına nazikçe yatırıldı. Tıpkı bir peyzaj gibiydi, bir arkeolojik kazı yerini andırıyordu. Koleksiyonundaki buluntu kurguları, “merkezi parça” olarak masanın ortasına yerleştirdi. Omurgayı masanın bir ucundan diğerine uzanacak şekilde bıraktı. Buradaki yemek sonrası kurguları bir şeyler yaşandığının kanıtlarıydı; paylaşılan yemeklerin, edilen sohbetlerin, misafirlerin… Ayrıca onun artıklarını, alışkanlıklarını, psikanalitik psikoterapist Paul Zeal’in deyişiyle “tanıdık ve ailevi ‘ötekiler’in ev sahipliğini ve hayaletlerini” taşıyorlardı.3 Merkezi parçanın etrafını görece özerk bir halde saran tekil kemiklerin, anatomik olarak sınıflandırılmış incelikli dizilimi onlara karmaşık, esrarengiz bir cazibe veriyordu. Bu gizemli, tuhaf şeyler, insanın dikkatini yemek yeme ritüellerinin alışıldık kurallarındansa yeme eylemine çekiyordu. Yemek masasını imal ettikten sonra, Dürer’in olaylarını kendi yorumuyla yeniden canlan
dıran küçük bir maket yaptı; teknik ressamın gridinin yerini bir mekân almıştı, ne bir açılış ne de bir perde arası olan geçici bir süreydi bu. Açılış, masanın iki ucundaki cam paneller kaldırılıp şaşırtıcı bir figürü ortaya çıkardığında gerçekleşiyordu: bir beçtavuğu “hayalet” şimdi bu mekânsal kapanı doldurmuş, masanın her iki ucunu da gözlüyordu. Bu iskelet totem, hem kendi ölümünü doğruluyor hem de yaklaşan olayların haberini veriyordu. Kişinin dikkatini yeniden yönlendi
riyordu; algı şimdi, ilk hatıralarına dek uzanan geçmiş yemeklerin ete kemiğe bürünmüş bir arkeolojisi ile hakkında kesin bir şey söylenemeyen bu mekânsal perde arası arasında gidip geliyordu.
Yemek masasını, bu bedenleşmiş yapıyı toplayıp birleştirmesi uzun bir oyunun sezgisel sonucuydu; senelerce biriktirmiş, hazırlamış, imal etmişti. Mimarlık, geçici olarak sabitlenmiş anlarda yakalanamaz, dünyadaki yerimizi anlamlandıran yaşam boyu ilişkilerden oluşur.
Seneler süren sabırlı bir emeğin ardından masa nihayet hazır. İstediğimiz yere oturabiliriz. Yemeğin servis edilmesini beklerken geçmişe dönüp bakarız. Annenin yemekleri. Artık burada olmayan et annenin eti olmuştur. Akşam yemeği için hazırladığı ete güçlü bir mevcudiyet kazandırılmıştır.
Yemeğin bedeni şimdi hem bedenlerimizde korunuyor hem de yemek masasının bedeninde varoluyor. Yaşam ve ölümlülük, içimizdeki mucize, temel fedakârlık; güzel, komik ve ürpertici.
1 Margaret Visser, The Rituals of Dinner – The Origins, Evolution, Eccentricities and Meaning of Table Manners, Harper Collins Publishers Ltd., Toronto, s. 133, 1991. 2 A.g.y., s. 130/271, 1991.
3 “Tek bir fiziksel bedenimiz olduğu gerçeği, bir insanı tek bir kişi olarak görme aldatmacasını yaratır. Fakat bu insanın içinde tanıdık ve ailevi ötekilerin evsahipliği ve hayaletleri bulunmaktadır, bunlar ilişki kurma biçimlerimizde içselleştirilir ve yönelimlerimizde cisimleşir… Başkaları, bizi kendi yönelimlerine göre duyar ve okur, fakat hikâyelerimiz bedenlerimize işlenmiştir ve davranışlarımız yoluyla onları dünyaya işlemeye çalışırız.” Paul Zeal, “Hazards to desire”, Thresholds between Philosophy and Psychoanalysis – Papers from the Philadelphia
Assoc, Free Association Books, Londra, s. 171, 1989.